TARSUSLU KARACAOĞLAN
SUNUŞ
Genellikle halk şairlerinin doğum tarihleri, yaşantıları ve ölümleri konusunda yeterli bilgi yoktur. Bilgi olmayınca, şairlerin şiirlerinden ipuçları aranmaktadır. Bu şiirler doğru yorumlanınca gerçeğe yakın tahminler çıkmaktadır. Ama hatalı yorumlar yapılınca yanlış sonuçlara ulaşılmaktadır. Ayrıca hayatı konusunda bilgi boşlukları efsaneler tarafından doldurulmaktadır.
Karacaoğlan’ın hayatında bu bilgi eksikleri fazlasıyla vardır. Şimdiye kadar şiirleri hatalı yorumlanmıştır. Bu sebeple birkaç doğum ve ölüm yeri bulunmuştur. Bilinmeyen bilgilerin yerini de efsaneler almıştır.
Karacaoğlan’ın doğum yeri olarak yerler, O’nun şiirinin hatalı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Ama yakın bir zamanda İsmail Ateş’in yorumu, bu konuya yeni boyut kazandırmıştır. Karacaoğlan Tarsus’ta doğmuştur.
Yapılan araştırmaların büyük bir kısmında, ölüm yeri olarak Tarsus’ta bulunan Eshab-ı Kehf mağarası gösterilmektedir. Bu bilgiler ışığında Karacaoğlan’ın Tarsus’ta doğup, Tarsus’ta öldüğünü; yazları yaylalarda, kışları ovada yaşadığını; ömrünün bir bölümünü başka yerleri gezerek geçirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu bilgilerden sonra Tarsus Belediyesi de 2000 tarihinden itibaren Tarsus’ta “Karacaoğlan Şiir Akşamları” düzenlemektedir.
Karacaoğlan’ı okuyalım, öğrenelim. Kitabı bitirdiğiniz zaman, kalemi elinize alacağınızı umuyorum.
Sevgimiz ve duamız Tarsuslu Karacaoğlan’a olsun.
TARSUSLU KARACAOĞLAN
Türk halk şiirinin büyük ustasıdır. Doğumu, yaşadığı dönem ve ölümü konusunda kesin bilgiler yoktur. Araştırmacılar dolaylı belgelerde ve O’nun şiirlerinden bir takım ipuçları bulmaya çalıştılar. Ancak bu yöntem her zaman beklenen sonucu vermeyebilir. Diğer halk şairlerinde de aynı sorunlar yaşanmıştır. Elde edilen bilgiler, araştırmacılar tarafından farklı yorumlanmaktadır. Bu da, o insanların değişik sonuçlara ulaşmalarına yol açmıştır.
DOĞUM YERİ
Karacaoğlan’ın doğum yeri konusunda kesin bir bilgi yok. Elde edilen belgeler, bilgiler ve şiirlerinden yorumlananlar sonunda, Karacaoğlan doğum yerinin birden çok olduğu tahmin edilmiştir.
Burada o tahmin edilen yerleri sıralarken, ayrıca Karacaoğlan’ın doğum yeri konusundaki İsmail Ateş’in ortaya koyduğu son iddiayı da açıklayacağım. Karacaoğlan Tarsus’ta doğmuştur.
Karacaoğlan’ın doğduğu yerlerle ilgili tahminleri şöyle sıralayabiliriz:
Feke ilçesinin Gökçe köyünde;
Kilis’in Musabeyli bucağında;
Gökçeli köyünde;
Mut’ta Çukurköy’de.
Meşhur Türkolog W. Radlof ise Karacaoğlan’ın Belgrad’da doğduğunu ve adının Simayil olduğunu yazdı.
Ayrıca bunlardan başka ve en yaygın olanı şöyledir:
Karacaoğlan’ın Bahçe ilçesinin Farsak köyünde doğmuş olduğu. Burada yaşayan Sail oğullarındandır. Adı Hasan, babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas’tır. Bu bilgiyi, Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi’nin hatıra defteri desteklediği için en yaygın doğum yeri bu olmuştur.
Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi, Varsak köyünde 1876 yılında hatıra defterine şunları yazmıştır:
“Malum ola ki, Karacaoğlan; Varsak kalesinde dünyaya gelip babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas, fakir-el hâl olmağla sayd-ü şikârla taayyuş eder olup (Hicri) 1013 (Milâdî: 1604) tarihinde Kozan derebeylerinden Hüsam Bey’in sayılı namıyla tut-kap asker devşirdiği hengâmda orada gaip olduğu için lâkapları Sayılıoğlu kaldığı ve el-yevm karyei mezbur hanedanı Sayılzâde Mehmet Efendi’den anlaşılmıştır. Karacaoğlan’ın adı Hasan olup öksüz büyümüş. Vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denilip böylece anıldığı… Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından Serdengeçti Osman Ağa, Karacaoğlan’ı evlâtlık şekliyle diğer bir fakir aileye kızıyla teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Karacaoğlan babası gibi Sayıl askerliğine tutulacağını anlayıp yirmi dört yaşında Varsak’tan firarla mekânın gaip ederek, encam Maraş’ta Zülgaroğlu (Zülkadir) Hüsam Bey’in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp, teehhül ümidi münkesir olunca oradan müferakatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyâra der-ban olduğu kayıtlıdır.”
Hatırattaki bu bilgiler, Karacaoğlan’ın, Bahçe’nin Farsak köyünde doğduğu tahminini kuvvetlendirmekteydi.
Şimdi bu konuda yeni bir tez, yeni bir yoruma yer vererek, Karacaoğlan’ın dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Tarsus’ta doğduğunu bilginize sunacağım.
Karacaoğlan’ın bir şiirinde aslını, yerini yurdunu anlattığını okuyoruz. Araştırmacıların yanılma noktası da bu mısraların yorumlanmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Karacaoğlan’ın şiiri şöyledir:
“Kozan dağından neslimiz
Arı Türkmen’dir aslımız
Varsak’tır durak yerimiz
Göğce idi benim elim durağım”
Bir başka mısrası şöyledir:
“Göğçe’den çıktım çocuktum”
Bu mısraların hatalı yorumlanması ile Karacaoğlan’ın doğum yeri yanlışlıkla Kozan-Feke-Varsak köyünün işaret edildiği tahmin edilmektedir.
Karacaoğlan en büyük halk şairimiz olduğu için, O’na sahip çıkanların çok olması normaldir, sevindiricidir. Bu sebeple O’na Barak ve Çavuşlu Türkmenleri gibi Türkmenistan’daki bilim adamları da sahip çıkmaktadırlar.
Şimdi bu mısraları yeniden yorumlayarak Karacaoğlan’ın Tarsus’ta doğduğunu ispatlayan folklor araştırmacısı İsmail Ateş’in görüşlerini birlikte okuyalım:
“Adı geçen Kozan dağı, Karacaoğlan’ın yaşadığı dönemde Bulgar (Bolkar) dağıdır. Bugünkü Kozan’ın adı ise Sis’tir. 13. yüzyılda Anadolu’ya gelen Varsak Yürükleri’nin kışlağı Tarsus Ovası, yaylağı ise Ala Kozan (Bulgar/Bolkar) dağıdır. Bulgar dağı, adını sanıldığı gibi Bulgarlardan değil, Boğadan alır. Boğalar dağı, Bulgar dağı, Bolkar dağı şeklinde söylenir.
Ali Rıza Yalman Bulgar dağını şöyle tarif eder:
“Batısında Göksu nehri, doğusunda Pozantı, Çakıt, Karapınar çayları, kuzeyinde Karaman, Ereğli, güneyinde Tarsus ve Akdeniz vardır.”
Şairin sözünü ettiği Kozan dağı, bu Ala Kozan (Bulgar/Bolkar) dağıdır. Yani Tarsus’un yaylası. Dünkü Sis, bugünkü Kozan ise Karacaoğlan’ın yaşadığı dönemden 50 sene sonra Kusun Boyu’nun yurdu olmuştur. Kozan adı, Bulgar dağında yazlayan, Tarsus’ta kışlayan Varsak Yörüklerinin en büyük boyu olan Kusun’dan gelir. Üçokların Yüreğir boyuna bağlı Varsakların, Anadolu’ya ilk gelip yerleştiği yer Tarsus olup Kusun, Kuştimur, Elvanlı, Ulaş, Göğçeli boylarından oluşur. İşte Karacaoğlan’ın türküsünde de adı geçen Göğçe, köy adı değil, boy adıdır. 16. yüzyılda Çukurova’da yerleşik Yörük yoktur. Karacaoğlan hemen bütün şiirlerinde konargöçer olduğunu söyler. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı web sayfasında Ozan’ın memleketi olarak gösterilen Mut, dağlık Kilikya olarak geçer. Türkçe adı Bozkır Taşelisi’dir. Osmaniye-Bahçe ilçesine bağlı Varsak köyü ise 17. yüzyıldan çok sonra kurulmuştur. Tıpkı Antalya’nın Varsak ilçesi gibi. Osmanlı-Karamanlı savaşlarında Karamanoğlu’nun en büyük gücü Varsaklar’dı. Osmanlı galibiyetinde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde dağıtıldılar. Varsak boyunun en büyük obası, 17. yüzyıl ilk yıllarında Sis’e sürgün edildiler. Kusunoğulları (Kozanoğulları) bu tarihten sonra Sis bölgesinde görülür. Oysa Karacaoğlan’ın yaşadığı yıllar 1606-1688 Varsak’ın en güçlü ve birlik olduğu yıllardır. Ata yurdu Tarsus Ovası’ndan başka yere ayrılmaz. Mut’un Çukurköy’ü ölçüyse, Tarsus’un da Çukur Köy’ü var. Hikâye baz alınıyorsa, Eshab-ı Kehf Mağarası’nın karşısında Karacadağ (Göçük köyü üstündeki Karadağ) değil mi? Ya da Kırklarsırtı’ndaki Kırklar Mağarası niye olmasın? Yörüklerde ocak kutsallığından her kim olursa olsun, nereye giderse gitsin, dönüp geleceği yer baba ocağıdır. Bütün kaynaklar Karacaoğlan’ın Tarsus’ta öldüğü konusunda birleşiyorlar.
Ünlü Yörük ozanımız Karacaoğlan’ın Mutlu olamayacağı ortadadır. Kısaca özetlersek, 16. ve 17. yüzyıllarda Mut, Taşeli; Kozan ise Sis’tir. Sırf şiirlerinin birisinde “Çukurovalıyım” diyor, o zaman “bizim Çukur köylüdür” demek, hangi akıl, mantık işidir, bilinmez. Bu yüzyıllarda Mut yöresinde Varsak değil, Bozdoğan oymağı yaşamaktadır. Sis bölgesinde ise Gündüzoğlu Avşar’ı hâkimdir. Oysa 13. yüzyıldan itibaren Tarsus, Varsak yurdudur. Asıl adının Halil, Hasan veya İsmail olduğu tüm kayıtlarda ve araştırmalarda sabit. Ölüm yerinin de Tarsus olduğu kesin. Eshab-ı Kehf Mağarası veya Kırklar Mağarası’nın adı geçiyor. Kaldı ki yörede irili ufaklı binlerce mağara var. …
Sonuç olarak KARACAOĞLAN nereden bakılırsa bakılsın, nasıl görülürse görülsün, hangi telden dinlenirse dinlensin, doğma büyüme “TARSUS”ludur. Mezarı da Tarsus’ta bilinmeyen bir yerdedir.
HAYAT HİKÂYESİ
Karacaoğlan nerede doğdu, nerede yaşadı, nerede öldü? Bunların hepsine cevap vermek bir muamma. Bunun içinden çıkmak zordur. Halk şairlerinin yaşadıkları dönem eserleri veya sonraki yüzyıllardaki eserler ve şairlerin kendi söyledikleri önemli ipuçlarını elde etmeye yarar. Ancak bu ipuçlarını yorumlarken yapılan hatalar, bizi yanlış sonuçlara ulaştırır. Bu sebeple Karacaoğlan, bir yerde değil, pek çok yerde doğmuştur. Barak ve Çavuşlu Türkmenlerinden, Karakeçili oymağından, Feke İlçesindeki Varsak köyünden, Antep yöresi, Suriye sınırları içindeki Akpınar köyünden ve Erzurum’dandır.
Yaşayışı konusunda fazla polemik olmamakla birlikte ölüm yeri de, doğum yeri gibi bir tane değildir. En yaygın kanaat Tarsus Eshab-ı Kehf Mağarası ile Mut görülmektedir. Ancak söylentinin sonucuna göre Tarsus’ta bulunan Eshab-ı Kehf Mağarası veya bu çevredeki mağaralardan biri olduğu akla daha yatkındır. Çünkü insanlar, doğdukları yere dönme, bu çevrede yaşama içgüdüsüne sahiptirler.
“Karacaoğlan” ile ilgili kitaplarda yer alan hayatı konusundaki efsane şöyledir:
Karacaoğlan, sazını, sözünü çevresine kabul ettirmiş, genç yaşta ününü çevre illere duyurmuş bir halk şairidir. Karacaoğlan’ın şiirlerinden de anlaşıldığı gibi, kendisi güzele âşıktır. O’nun sesini, sazını dinleyip de O’na âşık olmayanı düşünmemek gerekir.
Karacaoğlan, obasında bir kızı sever. Karacaoğlan yoksuldur, kimsesizdir. Sevdiği kızı vermek istemezler. Kızı, baskıyla başkasıyla evlendirirler. Karacaoğlan, bu acıya dayanamaz, gurbetin yollarına çıkar. Ünü çevrede duyulduğu için gittiği yerlerde yabancılık çektirmezler. Adı ise ağızdan ağza dolaşır, ünü daha da yaygınlaşır. Bu sefer bir oba beyinin kızına gönül verir. Kız da O’nu sever. Bey kızını bir yoksula vermek zor bir iştir. Kaçsalar, peşlerine ağanın silahlı adamları takılacak. Oba halkı araya girdi. İki aşığa sahip çıktılar. Bey’in öfkesini dindirdiler. İkna ettiler. Karacaoğlan ile Elif kızın birleşmesini sağladılar. Bu evlilik obada herkesi mutlu etti. Ama sadece bir kişi buna sevinemedi: Bey’in yeğeni. Elif’e eskiden beri takıntı olan, ele avuca sığmayan, serseri tipli bu yeğen, evlenmesine rağmen Elif’in peşindeydi. Bulduğu her fırsatta Elif’i rahatsız ediyordu. Karacaoğlan duysa tatsızlık çıkacak, obanın huzuru bozulacaktı. Bey ise belki daha kötü bir iş yapabilirdi.
Kış gelip, obalar Çukurova’ya inince, Karacaoğlan, düğünlere çağrılırdı. Karacaoğlan’sız hemen hemen hiç bir düğün yapılmazdı. Karacaoğlan da hiç birini geri çevirmek istemez, düğünden düğüne koşardı. Geçimini çıkarmaya çalışırdı.
Karacaoğlan düğünlerde söylerken, Elif, “gidip Bey’in yeğenine yalvarayım, peşimi bıraksın, bir rezillik çıkmadan bu işi bitirelim” diye düşündü. Çadırından çıkmayan Elif, bir gün bu adamın önüne dikildi:
“Etme ağam, bozma yuvamızı”
dedi. Delikanlı;
“Senin peşini bırakırım, ama bir şartım var”
dedi. Elif:
“Nedir?”
diye sordu.
“Bir gece yanında sana elimi bile değmeden yatmam gerek. Yoksa bu sevda bu yürekten çıkmaz.”
Elif bir an düşündü; sonra bir gecelik sıkıntıyla bu belâdan kurtulacağını düşünerek kabul etti.
“Elini bile dokundurmayacağına yemin eder misin?”
diye delikanlıdan söz aldı. Delikanlı:
“Kur'an'a el basarım…”
Bu söz üzerine, Elif, o gece delikanlıyı çadırına aldı. Birlikte yatağa uzandılar. Delikanlı sözünde durup ona dokunmadı. Ve bir süre sonra da uyuyakaldı. Elif’i ise uyku tutmuyordu.
Karacaoğlan, bir düğünde saz çalıp türkü söylüyordu. Şimdiye kadar olmayan bir şey başına geldi. Sazının bir teli koptu. Telin kopmasıyla birlikte yüreğinde bir bunalma oldu. İçine bir sıkıntı girdi. İzin isteyip yollara düştü. Obaya geldiğinde güneş doğmamıştı. Çadırın kapısını araladığı zaman yatağında bir delikanlının yattığını gördü. Elif ile birlikte yatıyordu. O ana kadar uyumayan Elif, Karacaoğlan’ı görünce ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi. İçinde bulunduğu durumu nasıl açıklayabilirdi? Gözlerini kapadı. Karacaoğlan, sırtındaki abasını çıkarıp üzerlerine örttü. Ses çıkarmadan çadırdan çıktı. Aynı sessizlik içinde obadan ayrıldı. Elif’ten başka O’nun geldiğini gören olmadı.
Elif, gözlerini açtığı zaman, Karacaoğlan’ın abasını üstlerinde görünce, çığlık çığlığa bağırarak çadırından fırladı.
“Karacaoğlan… Karacaoğlan…”
Ama Karacaoğlan yoktu. O’nu gören de yoktu.
Seslere uyanan oba, olayı öğrenince, Bey’in yeğenini aralarına alıp döve döve öldürdüler. “Seni toprak bile kabul etmez” diyerek bir uçurumdan aşağı attılar. Daha sonra gruplar halinde dağ demeden, taş demeden Karacaoğlan'ı aradılar. Fakat izine dahi rastlamadılar.
Söylentiye göre, Karacaoğlan, Tarsus’taki Eshab-ı Kehf Mağarası’na veya onun yakınlarındaki başka bir mağaraya sığınmış. Orada almış sazını, başlamış çalıp söylemeye… Oradan geçen çobanların Karacaoğlan’ın türkülerini dinledikleri söylenir. Ama O’nun dışarı çıktığını gören, duyan olmamıştı.
YAŞADIĞI DÖNEM
Karacaoğlan’ın yaşadığı dönem üzerinde de fikir birliğine varılamamıştır. 15. yüzyıl sonlarında, 16. yüzyılda ve 17. yüzyılda yaşadığı konusunda bilgiler bulunmuştur. Burada bir mi, yoksa birden çok Karacaoğlan mı yaşamıştır? Eldeki belgeler bizi değişik sonuçlara ve kanaatlere ulaştırmaktadır.
1546’da tamamlanan Latifi Tezkiresi, 16. yüzyılda bir “Karaoğlan” veya “Karacaoğlan” adında çok ünlü bir saz şairinin yaşamış olduğunu söylemektedir.
Surnâme-i Hümâyun adlı yazma eserde Sultan III. Murat’ın 1582 yılında yaptırdığı sünnet düğünü anlatılırken Karacaoğlan adı geçmektedir. Buna göre, bu tarihte Karacaoğlan’ın yaygın bir ünü vardır. Fakat karşı görüşe göre ise 16. yüzyılda yaşamış bir başka Karacaoğlan vardır.
17. yüzyılda Sultan İbrahim (1640-1649) zamanında bir Lehli müzisyen tutsak olarak İstanbul’a getirilir. Saraya müzik öğretmeni olarak alınır. Müslüman olup Ali Ufkî adını alır. Ali Ufkî, o zamanın dört yüz kadar türküsünü batı notasına alırken Karacaoğlan’ın da iki türküsünü koleksiyonuna katmıştır. Bu da gösteriyor ki, İstanbul’da âşığımızın türküleri söylenmiştir. Bazı tarihî türkülerinden, dilinden, en eski şiirlerinin 17. yüzyıl cönklerinde bulunmasından Karacaoğlan’ın bu yüzyılda yaşadığı anlaşılmaktadır.
DİLİ VE ŞİİRLERİ
Karacaoğlan şiirleri gerek güney illerinde, gerekse Türkiye çapında bir simgedir. Pek çok şairimiz O’ndan etkilenmiştir. O’nun gibi söylemişlerdir. Karacaoğlan aynı zamanda bir beste ve makam sahibidir. Türkmenler, türkü söylemek yerine “Karacaoğlan çığıralım” derler.
Karacaoğlan’ın beş yüzden fazla şiiri vardır. Halkın içinde yaşamış, halkın anladığı dilde konuşmuş, söylemiş, halkın duygularını dile getirmiştir. Şiirde güçlü bir kişiliği vardır. Âşık edebiyatında yeni bir çığır açmıştır. Divan edebiyatının etkisinde kalmadan, sadece hece ölçüsüyle söylemiştir. Hece ölçüsünün de 11’li (6+5) ve 8’li (4+4) kalıplarını kullanmıştır.
Karacaoğlan eserlerinde tasavvufun veya tekke edebiyatının etkisini de göremiyoruz. Karacaoğlan’ın aşkı insanidir. O’nun şiirleri sevdiği, görüp beğendiği güzeller ile yaşadığı, gezdiği yerler üzerinedir.
Karacaoğlan Türkçeyi çok iyi kullanmıştır. Türkülerinde hiçbir zorlama yoktur. Akıcı, sade ve halkın kullandığı dili kullanmıştır. Şiirler, kendiliğinden söylenmiş gibi tabiidir.
Karacaoğlan sadece güzellere âşık olmamıştır; tabiat güzelliklerine de âşıktır. Onları çok güzel örneklerle önümüze sunmaktadır.
Şiirlerinde kullandığı dilin o günkü saf Türkçe olması, anlatımı başarılı, ifadeleri açık, anlaşılır olması sebebiyle, hem Türkçemizi yaşatmıştır ve hem de bu kadar yüzyıllar geçmesine rağmen ağızdan düşmemiştir.
KARACAOĞLAN’IN ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER
**
Kadir Mevlam senden bir dileğim var
Muhannes, kuluna muhtaç eyleme
Cennet-i alayı nasib et bana
Sırat köprüsünden yolum bağlama
Kapımıza kara deve çökünce
Fırtınası şol âlemi yıkınca
Cehenneme kul seçilip çıkınca
Kadir Mevla’m o kullardan eyleme
Kadir Mevla’m ateş atma özüme
Dünya malı görünmüyor gözüme
Kadir Mevla’m sen bak benim yüzüme
Cehennemin ateşiyle dağlama
Karacaoğlan hata çıkmaz dilimden
Kocadım da hayır gelmez elimden
Kadir Mevla’m asla geçmez kulundan
Deli gönül ah çekip de ağlama
**
Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir iş gelince
Anı yâd illere açıcı olma
Mecliste arif ol kelâmı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe sen iy’1ik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma
Dokunur hatıra kendisin bilmez
Asılzadelerden hiç kemlik gelmez
Sen iy’lik et de o zayi olmaz
Darılıp ta başa kakıcı olma
İl ariftir yoklar senin bendini
Dağıtırlar duzağını fendini
Alçaklarda otur gözet kendini
Katı yükseklerden uçucu olma
Muradım nasihat bunda söylemek
Size layık olan onu dinlemek
Sev seni seveni zây'etme emek
Sevenin sözünden geçici olma
Karac'oğlan söyler sözün başanr
Aşkın deryasını boydan aşınr
Seni bir mecliste hacil düşürür
Kötülerle konup göçücü olma
**
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Var git hey vefasız kul dedi bana
Celladın olurum kıyarım cana
Var bunu böylece bil dedi bana
Ufacık taşınan kule yapılmaz
Karanlık gecede yâre bakılmaz
Var git oğlan var git elim dokunmaz
İstersen öcünden öl dedi bana
Dere suyu gibi çağlayıp akma
Çevrilip çevrilip önüne bakma
Ben senin olurum kasavet çekme
Yeter ağladığın gül dedi bana
Karac’oğlan der ki çağlar çağında
Arzumanım kaldı göğsü ağında
Akşam sularında yatsı sonunda
Gel de muradını al dedi bana
**
Dört kitaptan başlayalım elife
Bir isim yazılmış kuldan ziyade
İbrişim saçında eğmeli zülüf'
Sırmalar karışmış telden ziyade
Eğdirme kaşını bakmam yüzüne
Ben gibi ateşler düşsün özüne
Yemesem içmesem baksam yüzüne
Şekerden kaymaktan baldan ziyade
Kaşların göz ile eyliyor cengi
Söyleşir yavrular koç yiğit dengi
Çiçekte meyvede yoktur mendendi
Lâleden kırmızı gülden ziyade
Aşık da âşığı zor ile yıkmaz
Ölse de âşığın hiç sırrı çıkmaz
Benim gönlüm olur olmaza akmaz
Akıttın gönlümü selden ziyade
Karac'oğlan der ki yurdun tazele
Gönül bir çift şahin konmuş gazele
Çirkin bana kurban ben de güzele
Can sever güzeli maldan ziyade
**
Ilgıt ılgıt esen seher yelleri
Sevdiğim dağların salında kaldı
Bir yanı lâle de bir yanı sümbül
Gönül mürüvvetsiz gelinde kaldı
Gelip oturalım edepli utlu
İkimiz arası pek muhabbetli
Sırmalı tellerden altun savatlı
Kemer kuşak kızın belinde kaldı
Gel sevdiğim sığınalım Subhan'a
Yavru şahan derler avın kapana
Meze olsun al yanaktan öpene
Âh ü zarım tatlı dilinde kaldı
Gelindi her Karac'oğlan gelindi
Kara bağrım delik delik delindi
Ciğer paralandı iki bölündü
Bir bölüğü kızın elinde kaldı
**
Bir yiğit te bir güzeli severse
Emrettiği yere hemen gelmeli
Ardına düşmeyle güzel sevilmez
Güzelleri koşup koşup bulmalı
Zehirdir kötünün ekmeği yenmez
Mert olan erkeğin ışığı sönmez.
Bir güzel seversen sözünden dönmez
Sevdiğinin halinden de bilmeli
Dolandım dağları borlara düştüm
Kız senin derdinden odlara düştüm
Çaresi bulunmaz dertlere düştüm
Dostunun derdine ortak olmalı
Karac'oğlan der ki n'olup n'olmadan
Dost ağlayıp düşman bize gülmeden
Biri ölüp biri ile kalmadan
Ölecekse ikisi de ölmeli
**
Biz de düştük bir güzelin ardına
Güzel göçmüş biz konalım yurduna
Yıkılası karlı dağın ardına
Çekip gider bir gözleri sürmeli
Deniz kenarında yerler hurmayı
Kılavuz gönderdim telli turnayı
Ak göğsün üstünde sedef düğmeyi
Çözüp gider bir gözleri sürmeli
Havayi hey deli gönül havayi
Ay doğmadan şavkı vurdu ovayı
Türkmen kızı katarlamış mayayı
Geçip gider bir gözleri sürmeli
Dört yanında Arap attan inerler
Yürü diye küheylana binerler
Güzellerin sulağına konarlar
Konup göçer bir gözleri sürmeli
Başına almış bir ince yemeni
Aramızdan kaldıralım gümeni
Ak topuk üstünde sandal turnanı
Boğup gider bir gözleri sürmeli
Karac'oğlan der de lebin bal gibi
Giydiğin elbise sırma tel gibi
Reyhana karışmış gonca gül gibi
Kokup gider bir gözleri sürmeli
**
Gel deyi deyi de getirdin beni
Bana kâr eyliyor kaşın sürmeli
Öksüz gibi boyuncuğum bükerim
Hoşuna mı gitti işin sürmeli
Yaz baharın suyu gibi bulandım
Heybe taktım kapı kapı dilendim
Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Vallahi görmedim eşin sürmeli
Kadir Mevla’m seni bana deng ede
Ah çekince yüreğimden kan gide
Gözler kara kara kirpik ceng ede
Yıkıyor âlemi kaşın sürmeli
Karac'oğlan berkçe yapış sen dalda
Ben seni severim, ta can ü dilde
Yüzlerin portakal irengin gülde
Dünyada bulunmaz döşün sürmeli
**
Ala gözlerini sevdiğim dilber
Yurtlarınız çayır çimen pınar mı?
Mevla’m güzelliği hep sana vermiş
Seni gören başkasını dener mi?
Salını salını gelmiş pınara
Kadir Mevla’m işimizi onara
Gün doğmadan şavkın düşmüş pınara
Gün üstüne bir gün daha doğar mı?
Kırmızı gülden rengini almışsın
Güzellikte kemalini bulmuşsun
Salını salını suya gelmişsin
Güzel senin ziyaretin pınar mı?
Karacaoğlan der ki ermediler mi?
Tomurcuk güllerin dermediler mi?
Seni sevdiğine vermediler mi?
Eşinden ayrılan dilber onar mı?
**
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Vasfını medh eden dil incinir mi?
Zülüfünü o ala gözün üstüne
Tarayıp toplayan el incinir mi?
Benim yârim şu dünyada birinci
Aklımı başımdan aldı görüncü
Almayı ayvayı narı turuncu
Dördünü götüren dal incinir mi?
Benim yârim şu dünyada haramî
Attı zalim okun açtı yaramı
Bir kiraz dudaklı emdi şuramı
Hiç gerdanı emen dil incinir mi?
Karac'oğlan der de bir ah derinden
Ciğer kebap oldu yandı korundan
Mor bilekte siyah saçın ardından
Boynuna dolanan kol incinir mi?
**
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Görse de görmezden gelir yâr beni
Düştüm ateşine yandım tutuştum
Karakaşlım ne hâldayım gör beni
Oturmuş sevdiğim zülfünü tarar
Gönül Mecnun olmuş Leyla'yı arar
Korkarım sevdiğim bir kötü sarar
İşitirsem helak eder ar beni
Ala gözlüm senin neslini bilmem
Öyle her kötüye meylimi vermem
Merd oğlu merdim ben sözünden dönmem
Çıktı sözüm yolunda bil yâr beni
Karac'oğlan der ulular ulusu
Başına vurunmuş çelenk eğrisi
Sana derim nazlım sözün doğrusu
Essah sözüm al koynuna sar beni
**
Çıktım yücesine seyran ederken
Ötüşür bülbüller gel deyi deyi
Sıdk ile baktım, da dostun yüzüne
El eder sevdiğim gel deyi deyi
Kaşlarını niçin yıkarsın dilber
Divit alıp defterini yazarlar
Evvel bizi beğenmeyen güzeller
Şimdi çağrışırlar al deyi deyi
Koç yiğitler gider gelir yazıdan
Yaralılar yatamıyor sızıdan
Akça ceylan kurtulursa tazıdan
Baş kaldırır gider çöl deyi deyi
Karac'oğlan der ki yemin etmeyin
Ballar yalayıp ta ağu yutmayın
Var git yiğit deyi bühtan etmeyin
Niçin söz verdin sen gel deyi deyi
**
Seyyah oldum gezdim gurbet illeri
Kâr etti bağrıma yeter ayrılık
Söyleyeyim başa gelen halleri
Ölümden çok çektim beter ayrılık
Şu aşkın ateşi sönmüyor serde
Ah çeker ağlarım gezdiğim yerde
Ben burda kalmışım dost gurbet ilde
Beni ilden il'e atar ayrılık
Ben terk eylesem de diyar-ı gurbet
Âşıklar sadıklar kavuşur elbet
Dost ile bir saat yapsam muhabbet
Sevdiğim gözüme tüter ayrılık
Karac'oğlan der ki terkin vericek
Ötüşür bülbüller gonca gülicek
Ben burda yar orda böyle kalıcak
İster ölüm olsun ister ayrılık
**
Bağlandı yollarım kaldım çaresiz
Gayrı dünya bana aralandı gel
Derildi dertlerim artsız arasız
Üst üste dizildi sıralandı gel
Yâri görse idim haftada ayda
Sevip ayrılmaktan ne buldum fayda
Azrail göğsümde canım hay hayda
Ciğerimin başı yaralandı gel
Karac'oğlan der ki başa yazıldı
Didem yaşı Ceyhun oldu süzüldü
Kefenim biçildi kabrim kazıldı
Mezarımın üstü karalandı gel
**
Ilgıt ılgıt esen seher yelleri
Esip esip yâre değmeli değil
Ak elleri elvan elvan kınalı
Karadır gözleri sürmeli değil
Yağdırır yağmuru yeli estirir
Kimini güldürür kimin' küstürür
Kısmet ise kadir Mevla’m gösterir
Sevmeli güzeli öğmeli değil
Bir bölük turna da havada uçar
İner engininden bir bade içer
Esen seher yeli göğsünü açar
Yar göğsün bendleri düğmeli değil
Turnalar katarla havada kışlar
Bak başıma geldi gördüğüm düşler
Size derim size yâren yoldaşlar
Kavli yalan dostu sevmeli değil
Karac'oğlan der ki konup göçmedim
Ak göğsünün düğmelerin açmadım
Fırsat elde iken alıp kaçmadım
Öldürmeli beni döğmeli değil
**
Her sabah her sabah salınan güzel
Salınma karşımda ilazım değil
Ben bilirim senin gönlün bendedir
Benim gönlüm geçti ilazım değil
Yine haber geldi yârden yanıma
Kötü sözler kâr etmiyor canıma
Gel der iken gelmez idin yanıma
Kız senin sevdiğin ilazım değil
O güzelin ayağında mesti var
Mutlak bizi öldürmeye kastı var
Benden başka sarılacak dostu var
Onlar varsın sarsın ilazım değil
Karac'oğlan cemalini kaldırsın
Mevla’m güzelliğin daha artırsın
Ölürsem cenazem iller kaldırsın
Gelmesin üstüme ilazım değil
**
Ötme turaç ötme işin var senin
Şahan salıp avlanacak yer değil
Vardım gördüm ağyar göçmüş yurdundan
Vatan tutup eğlenecek yer değil
Güzel senin ak saraylı yurdun var
Divitin var kalemin var ördün var
Güzel senin türlü türlü derdin var
Hoşça salın karşındaki tor değil
Bir düğme diktirem göğsün ağ ise
Etrafı da lâle sünbül bağ ise
Eğer güzel bende gönlün yuğ ise
Benim işim minnet ile zor değil
Karac'oğlan der gezelim yurtlan
Söyleyelim başa gelen dertleri
Sevmeseydim senin gibi sertleri
Ah n'eyleyim aklım başa yâr değil
**
Ala gözlüm ben bu ilden gidersem
Zülfü perişanım kal melil melil
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melil melil
Yeğin ey sevdiğim sen seni gözet
Karayı bağla da beyazı çöz at
Doldur ver badeyi bir daha uzat
Ayrılık şerbetin ver melil melil
Elvan çiçeklerden sokma başına
Kudret kalemini çekme kaşına
Beni unutursan doyma yaşına
Gez benim aşkımla yar melil melil
Karac'oğlan der ki ölüp ölünce
Ben de güzel sevdim kendi halimce
Varıp gurbet ile vasıl olunca
Dostlardan haberim al melil melil
**
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Yüzü de yaylanın karı mı bilmem
Geri dönüp haberini almadım
Şurda bir kötünün yâri mi bilmem
Geri dönüp haberini almadık
El bağlayıp divanına durmadık
Giyinmiş kuşanmış güzel görmedik
Al mı yeşil mi de sarı mı bilmem
Taramış zülfünü açmış aynını
İğmiş kametini bükmüş boynunu
Ayva turunç mekân tutmuş koynunu
Kokar güller gibi teri mi bilmem
Bir aşıkım Karac'oğlandır adım
Eridi karlar da kalmadı tadım
Verdiler güzeli ben almam dedim
Gezerim zararda kârımı bilmem
**
Döndüm dolaştım ben gurbet illeri
Dünyaya çıkmağa yol bulamadım
Bahçelerde gördüm birçok gülleri
Sevdiğime benzer gül bulamadım
Bıktım usandım da acı dillerden
Gamlar ile dolu uzun yıllardan
İmdat umar iken akan sellerden
Kendim gibi akan sel bulamadım
Yandım yakıldım ben bu ateşlere
Vardım takıldım da ben bir neştere
Delindi ciğerim serildim yere
Beni kaldıracak el bulamadım
Benim bu dünyaya geçmiyor nazım
Felekten kalmadı gayri niyazım
Halimi sen anla hey iki gözüm
Derdimi diyecek dil bulamadım
Bağıran çağıran aciz bülbülüm
Ne kadar bağırsam duymuyor gülüm
Karac'oğlan der ki imdatçım ölüm
Mezardan gayri bir yol bulamadım
**
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Bir bağ dikip meyve yetiremedim
Alnı perçemli kulağı küpeli
Yârin gölgesinde oturamadım
Bulandı da deli gönül bulandı
Dolandı da dağı taşı dolandı
Bizim sürüye de bir kurt dadandı
Değiştim yurdumu kurtaramadım
Arzular da deli gönül arzular
Ağrıyor kemiğim iliğim sızlar
Ayrılalı ak körpecik kuzular
Anasız yavruyu yatıramadım
Karac'oğlan der ki fenadır fena
Nice bir ateşte yüreğim yana
Derdimin üstüne dert koydun gene
Ağırdır şileğim götüremedim
**
Nedendir de kömür gözlüm nedendir
Şu geceki benim uyamadığım
Çetin derler ayrılığın derdini
Ayrılık derdine doyamadığım
Dostun bahçesine yâd iller dolmuş
Gülünü toplarken fidanın kırmış
Şurda bir kötünün koynuna girmiş
A benim sevmeye kıyamadığım
Kömür gözlüm seni sevdim sakındım
İndim has bahçene güller sokundum
Bilmiyorum nerelerine dokundum
Bir belli haberin alamadığım
Karac'oğlan der ki yandım da öldüm
Her deliliği ben kendimde buldum
Dolanıp da kavil yerine geldim
Kavil yerlerinde bulamadığım
**
Kalk gidelim atım harap haneden
Kısmetimiz versin Mevla’m yaradan
Eğrikol'da yem yedirem atıma
Gece Eğrikol'da yatalım atım
Atıma bineyim edeyim sökün
Sağına soluna hamayil takın
Ağyar ırak derler Kefendiz yakın
Gece Kefendiz'de yatalım atım
At ile Kırım'ı aştıktan geri
Dizgini boynuna düştükten geri
Ak suyun köprüsün' geçtikten geri
Bu gece Göğsün'de yatalım atım
Maraş'tan ötesi uzak bir yoldur
Tatar deresinde dizginin kaldır
Öğle namazını göğsünde kıldır
Bu gece göğsün'de yatalım atım
İyi derler Elbistan'ın ovasın
Yaz getirir ılık ılık havasın
Koca Binboğa'da şahin yuvasın
Gece Binboğa'da yatalım atım
Atım Öğrek'te dokudan çulunu
Üç güzele ördüreyim yalını
Som gümüşten döktüreyim nalını
Bu gece Öğrek'te yatalım atım
Karac'oğlan der ki yârin yâr ise
Ağyar ile muhabbeti yoğ ise
Atım sende küheylanlık var ise
Gece yâr koynunda yatalım atım
**
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Daha ne gelecek başıma benim
Eğer sevdiceğim benim olmazsa
Bakın şu didemin yaşına benim
Yüküm kumaştandır satamaz oldum
Bir kötüye meyil katamaz oldum
Kınaman komşular yatamaz oldum
Giriyor sevdiğim düşüme benim
İkrar verdi ikrarını güderim
İkrarsız dilberi ya ben n'iderim
Başım alıp diyar diyar giderim
Düşerse sevdiğim peşime benim
Karac'oğlan yâri gördüm ıraktan
Gözlerim dolmuştu kan ağlamaktan
Korkarım sevdiğim zalim felekten
Bir gün ağu katar aşıma benim
**
Çıktım yücesine seyran eyledim
Dost ile gezdiğim çöller perişan
Bir başıma olsam gam çekmez idim
Bir ben değil cümle âlem perişan
Başı pare pare dumanlı dağlar
Hastanın hâlinden ne bilir sağlar
Bozulmuş siyeci virane bağlar
Bülbülün konduğu güller perişan
Ezel biz de binerdik Arap ata
Türlü nimet çekilirdi somata
Terkettim sılayı çıktım gurbete
Altı Arap atlı beğler perişan
Fenadır dünyanın ötesi fena
Biz de erişmedik bir iyi güne
Terketmiş ilini bir benli suna
Ördeği gülmeyen göller perişan
Karac'oğlan der ki olaydı sözüm
Ayağın altına turabdır yüzüm
Kırılmış perdesi çalmıyor sazım
Sazlar düzen tutmaz teller perişan
**
Kömür gözlüm ben bu yerden gidersem
Var bana nisbetle gez uğrun uğrun
Rakip değilim ki aranı bozam
Yâdlara düğmeni çöz uğrun uğrun
Zulüm üstüne de olur mu zulüm
Bir gün duyarlarsa nic'olur halim
Kapının önüne uğrarsa yolum
Yaşmağını aç da süz uğrun uğrun
Düğün olup al bayrağın açınca
Usul boya yeşil kemha biçince
Yar salınıp kız karşına geçince
O zaman bildim ki söz uğrun uğrun
Düğün olur Arap atı yetişir
Bayram olur kanlı kinli barışır
Sevdiceğim yâdlar ile konuşur
Konuş yâdlar ile gez uğrun uğrun
Karac'oğlan der ki yalandır yalan
Aldatıp yârimi elimden alan
Gözyaşın mürekkep kirpiğin kalem
Ayrılık namesin yaz uğrun uğrun
**
Çukurova bayramlığını giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet dense sana yakışır dağlar
Ağacınız yapraklarla donanır
Taşlarınız bir birliğe inanır
Hep çiçekler bağrınızda gönenir
Pınarınız çatlar akışır dağlar
Rüzgâr eser dallarınız atışır
Kuşlarınız birbiriyle ötüşür
Ören yerler bu bayramdan pek üşür
Sünbül niçin yaslı bakışır dağlar
Karac’oğlan size bakar sevinir
Sevinirken kalbi yanar gövünür
Kımıldanır hep dertlerim devinir
Yas ile sevincim yıkışır dağlar
**
Evvel bahar yaz ayları gelende
Lale sümbül dallanacak zamandır
Koç yiğitler sılasını arzular
Yâre name gönderecek zamandır
Âlim olan kulak verir va'zlara
Cahil olan sohbet katar sazlara
Benden selam söylen kuğu kazlara
Kuru güller sulanacak zamandır
Karac’oğlan der ki ben yana yana
Yârin sitem sözü kâr etti cana
Seherde oturur bülbül figana
Gayri kuşlar dillenecek zamandır
**
Bülbül ne yatarsın bahar erişti
Ulu sular bulandığı zamandır
Kat kat olup gül yaprağa karıştı
Gene bülbül kul olduğu zamandır
Gene bahar oldu açıldı güller
Figana başladı gene bülbüller
Başka bir hal olup açtı sümbüller
Âşıkların del'olduğu zamandır
Gene bülbül bilir gülün halinden
Yeter deli oldum yârin elinden
Aşıp aşıp gelir yayla belinden
Yârdan bize gel olduğu zamandır
Gene geldi türlü baharlar bağlar
Bülbül figan edip kamuyu dağlar
Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar
Ulu dağlar yol olduğu zamandır
Karac'oğlan der ki geçti çağlarım
Meyve vermez oldu gönül bağlarım
Aklıma geldikçe durmaz ağlarım
Gözüm yaşı sel olduğu zamandır
**
Kemler iyilik göremez
Gamlanma gönül gamlanma
Bin kaygu bir borç ödemez
Gamlanma gönül gamlanma
Koyun meler kuzu meler
Sular hendeğine dolar
Ağlayanlar bir gün güler
Gamlanma gönül gamlanma
Yiğit yiğidin yoldaşı
At yiğidin öz kardaşı
Sağlıktır her şeyin başı
Gamlanma gönül gamlanma
Yiğit yiğide yâr olur
Kötülerde ham süt olur
Kara gün ömrü az olur
Gamlanma gönül gamlanma
Naçar Karac'oğlan naçar
Pençe urup göğsün açar
Kara gündür gelir geçer
Gamlanma gönül gamlanma
**
İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elli diye
Elif'in uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye
Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye
Evlerinin önü çardak
Elif'in elinde bardak
Sanki yeşilbaşlı ördek
Yüzer Elif Elif diye
Karac'oğlan eğmelerin
Gönül sevmez değmelerin
İliklemiş düğmelerin
Çözer Elif Elif diye
**
Ağrı Dağı'nın taşında
Avcılar gezer başında
Yar yitirdim on beşinde
Sana geldim Ağrı Dağı
Ağrı Dağ'nın başı taşlı
Çelenleri hüma kuşlu
Yar yitirdim hilâl kaşlı
Sana geldim Ağrı Dağı
Ağrı Dağı'nın başları
Ötüşür hüma kuşları
Leyla’nın hilal kaşları
Sana geldim Ağrı Dağı
Ağrı Dağı'nın düzleri
Çığrışıp öter kazları
Köşe başında kızları
Sana geldim Ağrı Dağı
Ağrı Dağı'nın eteği
Çevresi arslan yatağı
Kalkımış kervan otağı
Sana geldim Ağrı Dağı.
Karac'oğlan döne döne
Gezer dağlar yana yana
Yitirdim yârim bir suna
Sana geldim Ağrı Dağı
**
Yürü behey Bulgar Dağı
Senden yüce dağ olma mı?
Sende yaylayan güzelin
Yanakları ağ olma mı?
Bulgar Dağı iki çatal
Arasında güller biter
Bir yiğide bir yar yeter
İki seven del’ olma mı?
Bulgar Dağı pare pare
Kim'al giyer kimi kare
Selâm eylen nazlı yâre
Ayrılanlar bir olma mı?
Yol üstünde iki hanlar
Hani sana konan canlar
Sevip sevip ayrılanlar
Yanıp yanıp kül olma mı?
Karac'oğlan seni gördüm
Düşümü hayıra yordum
Bu gün güzellere sordum
Bencileyin kul olma mı?
**
Evlerinin önü bakla
Çift güvercin atar takla
Al koynunda beni sakla
Sabahınan tana karşı
Evleri de çaya kondu
Güzelleri suya indi
Yârin meyli bize döndü
Sabahınan tana karşı
Evlerinin önü hurma
Dallarını sakın kırma
Ala göze siyah sürme
Ne hoş olur tana karşı
Urumili çok hoş olur
Güzelleri sarhoş olur
Güzel sevmek ne hoş olur
Sabahınan tana karşı
Evlerinin örtü susam
Çıkartsam mendilim yusam
Soyunsam koynuna girsem
Sabahınan tana karşı
Karac'oğlan gider gelmez
Esmasın yetiren onmaz
Yârin göçün çeken ölmez
Sabahınan tana karşı
**
Bana kara diyen dilber
Gözlerin kara değil mi?
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi?
Güzel ben seni isterim
Seni koynumda beslerim
Yüzünü güzel göreyim
Zülüfün kara değil mi?
Boyun uzun belin ince
Yanakların olmuş gonca
Salıverirsin kolunca
Beliğin kara değil mi?
Utanırsın akar terin
Güzellikte yok benzerin
En sevgili makbul yerin
Saçların kara değil mi?
Beni kara diye yerme
Mevla'm yaratmış hor görme
Ala göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi?
Hind'den Yemen'den çekilir
İner Bağdad'a dökülür
Türlü taama ekilir
Biber de kara değil mi?
Göllerde kuğular olur
Göğsü ak kara benlidir
Mısır'da çok zengin vardır
Kölesi kara değil mi?
Pınara konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun
Çöldeki Arap beğinin
Çadırı kara değil mi?
İller de konup göçerler
Lale sümbülü biçerler
Ağalar beğler içerler
Kahve de kara değil mi?
Evlerinde sular akar
Güzelleri göze bakar
Hublar yanağına sokar
Sümbül de kara değil mi?
Karac'oğlan der inşallah
Görenler desin maşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi?
**
Güzel ne güzel olmuşsun
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi
Bahçende gülün güllenmiş
Şeyda bülbülün dillenmiş
Koynunda memen kirlenmiş
Emilmeyi emilmeyi
Mendilim yudum arıttım
Gülün dalında kuruttum
İsmim ne idi unuttum
Sorulmayı sorulmayı
Seğirttim ardından yettim
Eğildim yüzünden öptüm
Adın bilirdim unuttum
Çağırmayı çağırmayı
Benim yârim bana küsmüş
Zülfünü gerdana dökmüş
Muhabbeti benden kesmiş
Sevilmeyi sevilmeyi
Çağır Karac'oğlan çağır
Taş düştüğü yerde ağır
Yiğit sevdiğinden soğur
Sarılmayı sarılmayı
**
Gurbette ömrüm geçecek
Bir daracık yerim de yok
Oturup derdim dökecek
Bir münasip yârim de yok
Uçtu genç şahinim uçtu
Kaçarak deryayı geçti
Gönlüm bir güzele düştü
Sarfedecek malım da yok
Koyverin kuşu turnaya
Yârin durağın bulmaya
Soyundum derviş olmaya
Hırka ile şalım da yok
Dünya Karac'oğlan fâni
Toprak emer tatlı canı
Hastalandım ilâç hani
Bir acısız ölüm de yok
**
Yeter olsun yeter olsun
Çoğ ağlattın yeter olsun
Turalanmış sırma saçın
Çözen benden beter olsun
Karadır kaşların kara
Kirpiklerin açtı yara
Beni işimden avara
Eden benden beter olsun
Yavru geçersen elime
Çekerim seni yemine
Benim şimdiki halime
Gülen benden beter olsun
Karac'oğlan genç yaşıma
Cihan dar oldu yaşıma
Bu ayrılık ateşine
Yakan benden beter olsun
**
Bir yiğit gurbete çıksa
Gör başına neler gelir
Merdin sılayı andıkça
Yaş gözüne dolar gelir
Bağrıma basarım taşlar
Akıttım gözümden yaşlar
Yavrosun aldıran kuşlar
Yuvasına döner gelir
Kocadım çekemem nazı
Bağrıma dökemem közü
Yârin bana kötü sözü
Kara bağrım deler gelir
Evlerinin önü söğüt
Atalardan kalmış öğüt
Yârinden ayrılan yiğit
Sılasına döner gelir
Yaşa Karac'oğlan yaşa
Ben söylerim coşa, coşa
İş düşünce garip başa
Düşünerek gider gelir
16 Eylül 2009 Çarşamba
KİTAP LİSTESİ
KİTAP LİSTESİ
1)Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1881-1913) I Vatan ve Hürriyet.
2) Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1914-1918) II Bir Devletin Çöküşü.
3) Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1919) III Millî Mücadele.
4) Atatürk’e Etki Eden Olaylar ve Kişiler.
5) Ermeni Olayları Kronolojisi (10 cilt)
6) Ermenilerin Soykırım Yalanı Kronolojisi.
7)Anlayana Sivri Sinek Saz (Veciz sözler).
8) Tarsus’un İşgali ve Kurtuluşu.
9) Karboğazı Zaferi
10) Danyal Peygamberin Hayatı
ATATÜRK KİTAPLARI
1)Atatürk’ün Okul Günleri.
Atatürk’ün ailesini, okuduğu okulları, öğretmenlerini anlatmaktadır. 64 sayfa.
2)Atatürk’ün İlk Askerlik Günleri Vatan ve Hürriyet.
Atatürk’ün Şam’da askerliğe başlaması, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki, İkinci Meşrutiyet, 31 Mart olayı. Kitap olarak 96 sayfa.
3)Dünyayı Aydınlatan Güneş.
Kurtuluş Savaşı şiir, şarkı eşliğinde piyes şeklinde anlatılıyor.
4)Birinci Dünya Savaşı Başlarken.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Mustafa Kemal’in savaşa katılma kararı. Kitap olarak 96 sayfa.
5)Çanakkale Savaşı Günlüğü Çanakkale Geçilmez.
Çanakkale Savaşları’nı günü gününe anlatıyor. Kitap olarak 112 sayfa.
6)Atatürk’ün Almanya Seyahati.
Birinci Dünya Savaşı içinde Veliaht Vahdettin Efendi ile Almanya’ya yapılan gezi anlatılıyor. Kitap olarak 96sayfa.
7)19 Mayıs 1919 Millî Mücadele Başlarken.
Atatürk’ün Ordu Müfettişi olarak atanması, Millî Mücadele’nin başlaması, Amasya Genelgesi. Kitap olarak 144sayfa.
8)Erzurum Kongresi.
Kongre öncesi ve sonrası anlatılıyor. Kitap olarak 112 sayfa.
9) Belgeler Işığında Sivas Kongresi.
Kongre öncesi ve kararları anlatılıyor. Kitap olarak 128 sayfa.
10) 23 Nisan 1920 TBMM Açıldı.
Meclis’in açılışının hikâyesini anlatılıyor. 144 sayfa.
11) Bir Kara Gün: İzmir’in İşgali.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, Türkler, Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar açısından anlatılıyor. Kitap olarak 96 sayfa.
12) İstiklal Marşı Nasıl Yazıldı?
İstiklal Marşı’nın yazılış hikâyesi ve Meclis’te kabul edilişi piyes şeklinde aktarılıyor.
HALK ŞAİRLERİ VE TASAVVUF SERİSİ ŞAİRLER
1) Mevlana, Mesneviden Seçmeler 1)Vatan Şairi Namık Kemal.
2)Hacı Bektaşı Veli, 2)Millî Şair Mehmet Emin Yurdakul.
3)Yunus Emre, 3)İstiklal Marşı Şairi M. Akif Ersoy.
4)Köroğlu, 4) Bayrak Şairi Arif Nihat Asya.
5)Tarsuslu Karacaoğlan, 5)Tevfik Fikret.
6) Dadaloğlu, 6)Yahya Kemal Beyatlı
7) Kaygusuz Abdal, 7)Ülkü Şairi Hüseyin Nihal Atsız.
8) Kul Himmet, 8)Necip Fazıl Kısakürek.
9)Gazi Âşık Hasan Dede, 9)Ziya Gökalp.
10)Pir Sultan Abdal. 10) Behçet Kemal Çağlar
11) Fazıl Hüsnü Dağlarca
12) Faruk Nafiz Çamlıbel
13) Cahit Sıtkı Tarancı
14) Orhan Seyfi Orhon
100 TEMEL ESER LİSTESİ
1. Dede Korkut Hikâyeleri. 21. Ezop Masalları
2. Mesnevisinden Seçme Hikâyeler. 22. Andersen Masalları - 1
3. Karagöz ile Hacivat. 23. Andersen Masalları - 2
4. Vatan Yahut Silistre. (Namık Kemal) 24. Üç Silahşörler. (Alexander Dumas)
5. Ömer’in Çocukluğu. (Muallim Naci) 25. La Fontaine’den Seçmeler(La Fontaine)
6. Şermin. (Tevfik Fikret) 26. Pinokyo(Carlo Collodi)
7. Altın Işık. (Ziya Gökalp) 27. 80 Günde Dünya Seyahati. (Jules Verne)
8. Yalnız Efe. (Ömer Seyfettin) 28. İnci. (John Steinbeck)
9. Arif Nihat Asya’dan Seçme Şiirler. 29. Peter Pan. (James Matthew)
10. Tiryaki Sözleri. (Cenap Şahabettin) 30. Mutlu Prens. (Oscar Wilde)
11. Falaka. (Ahmet Rasim) 31. Heidi. (Johanna Styri)
12. Türkçede Deyimler. 32. İnsan Ne ile Yaşar. (Leo Tolstoy)
13. Türk Atasözlerinden Seçmeler. 33. Hikâyeler. (Anton Çehov),
14. Küçük Prens. (A. De Exupery) 34. Değirmenimden Mektuplar. (ADaudet)
15. Oliver Twist. (Charles Dickens) 35. Pollyanna. (Elaanor Porter)
16. Alice Harikalar Ülkesinde. (LCarrol) 36.Sait Faik Abasıyanık'tan Seçme Hikâyeler
17. Güliver’in Gezileri. (Swift) 37. Köroğlu
18. Define Adası. (Robert Louis Stevenson) 38. Keloğlan
19. Robin Hood. (Howard Pyle) 39. Tekerlemeler 20. Tom Sawyer. (Mark Twain) 40. Türk Bilmecelerinden Seçmeler
1-Ünitelere Göre Güzel Sözler ve Şiirler 2-Sevgisizler Ülkesi. 3-İnsan Sevgiyle Yaşar
4-Atasözleri Sözlüğü 5-Deyimler Sözlüğü 6-Masal Sofrası
AYRICA 1., 2. VE 3. SINIFLARA GÖRE KİTAPLAR
Halil İbrahim Yıldırım
0 531 522 98 33 e-posta: hiy_33@hotmail.com
1)Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1881-1913) I Vatan ve Hürriyet.
2) Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1914-1918) II Bir Devletin Çöküşü.
3) Açıklamalı Atatürk ve Dönemi Kronolojisi (1919) III Millî Mücadele.
4) Atatürk’e Etki Eden Olaylar ve Kişiler.
5) Ermeni Olayları Kronolojisi (10 cilt)
6) Ermenilerin Soykırım Yalanı Kronolojisi.
7)Anlayana Sivri Sinek Saz (Veciz sözler).
8) Tarsus’un İşgali ve Kurtuluşu.
9) Karboğazı Zaferi
10) Danyal Peygamberin Hayatı
ATATÜRK KİTAPLARI
1)Atatürk’ün Okul Günleri.
Atatürk’ün ailesini, okuduğu okulları, öğretmenlerini anlatmaktadır. 64 sayfa.
2)Atatürk’ün İlk Askerlik Günleri Vatan ve Hürriyet.
Atatürk’ün Şam’da askerliğe başlaması, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki, İkinci Meşrutiyet, 31 Mart olayı. Kitap olarak 96 sayfa.
3)Dünyayı Aydınlatan Güneş.
Kurtuluş Savaşı şiir, şarkı eşliğinde piyes şeklinde anlatılıyor.
4)Birinci Dünya Savaşı Başlarken.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Mustafa Kemal’in savaşa katılma kararı. Kitap olarak 96 sayfa.
5)Çanakkale Savaşı Günlüğü Çanakkale Geçilmez.
Çanakkale Savaşları’nı günü gününe anlatıyor. Kitap olarak 112 sayfa.
6)Atatürk’ün Almanya Seyahati.
Birinci Dünya Savaşı içinde Veliaht Vahdettin Efendi ile Almanya’ya yapılan gezi anlatılıyor. Kitap olarak 96sayfa.
7)19 Mayıs 1919 Millî Mücadele Başlarken.
Atatürk’ün Ordu Müfettişi olarak atanması, Millî Mücadele’nin başlaması, Amasya Genelgesi. Kitap olarak 144sayfa.
8)Erzurum Kongresi.
Kongre öncesi ve sonrası anlatılıyor. Kitap olarak 112 sayfa.
9) Belgeler Işığında Sivas Kongresi.
Kongre öncesi ve kararları anlatılıyor. Kitap olarak 128 sayfa.
10) 23 Nisan 1920 TBMM Açıldı.
Meclis’in açılışının hikâyesini anlatılıyor. 144 sayfa.
11) Bir Kara Gün: İzmir’in İşgali.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, Türkler, Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar açısından anlatılıyor. Kitap olarak 96 sayfa.
12) İstiklal Marşı Nasıl Yazıldı?
İstiklal Marşı’nın yazılış hikâyesi ve Meclis’te kabul edilişi piyes şeklinde aktarılıyor.
HALK ŞAİRLERİ VE TASAVVUF SERİSİ ŞAİRLER
1) Mevlana, Mesneviden Seçmeler 1)Vatan Şairi Namık Kemal.
2)Hacı Bektaşı Veli, 2)Millî Şair Mehmet Emin Yurdakul.
3)Yunus Emre, 3)İstiklal Marşı Şairi M. Akif Ersoy.
4)Köroğlu, 4) Bayrak Şairi Arif Nihat Asya.
5)Tarsuslu Karacaoğlan, 5)Tevfik Fikret.
6) Dadaloğlu, 6)Yahya Kemal Beyatlı
7) Kaygusuz Abdal, 7)Ülkü Şairi Hüseyin Nihal Atsız.
8) Kul Himmet, 8)Necip Fazıl Kısakürek.
9)Gazi Âşık Hasan Dede, 9)Ziya Gökalp.
10)Pir Sultan Abdal. 10) Behçet Kemal Çağlar
11) Fazıl Hüsnü Dağlarca
12) Faruk Nafiz Çamlıbel
13) Cahit Sıtkı Tarancı
14) Orhan Seyfi Orhon
100 TEMEL ESER LİSTESİ
1. Dede Korkut Hikâyeleri. 21. Ezop Masalları
2. Mesnevisinden Seçme Hikâyeler. 22. Andersen Masalları - 1
3. Karagöz ile Hacivat. 23. Andersen Masalları - 2
4. Vatan Yahut Silistre. (Namık Kemal) 24. Üç Silahşörler. (Alexander Dumas)
5. Ömer’in Çocukluğu. (Muallim Naci) 25. La Fontaine’den Seçmeler(La Fontaine)
6. Şermin. (Tevfik Fikret) 26. Pinokyo(Carlo Collodi)
7. Altın Işık. (Ziya Gökalp) 27. 80 Günde Dünya Seyahati. (Jules Verne)
8. Yalnız Efe. (Ömer Seyfettin) 28. İnci. (John Steinbeck)
9. Arif Nihat Asya’dan Seçme Şiirler. 29. Peter Pan. (James Matthew)
10. Tiryaki Sözleri. (Cenap Şahabettin) 30. Mutlu Prens. (Oscar Wilde)
11. Falaka. (Ahmet Rasim) 31. Heidi. (Johanna Styri)
12. Türkçede Deyimler. 32. İnsan Ne ile Yaşar. (Leo Tolstoy)
13. Türk Atasözlerinden Seçmeler. 33. Hikâyeler. (Anton Çehov),
14. Küçük Prens. (A. De Exupery) 34. Değirmenimden Mektuplar. (ADaudet)
15. Oliver Twist. (Charles Dickens) 35. Pollyanna. (Elaanor Porter)
16. Alice Harikalar Ülkesinde. (LCarrol) 36.Sait Faik Abasıyanık'tan Seçme Hikâyeler
17. Güliver’in Gezileri. (Swift) 37. Köroğlu
18. Define Adası. (Robert Louis Stevenson) 38. Keloğlan
19. Robin Hood. (Howard Pyle) 39. Tekerlemeler 20. Tom Sawyer. (Mark Twain) 40. Türk Bilmecelerinden Seçmeler
1-Ünitelere Göre Güzel Sözler ve Şiirler 2-Sevgisizler Ülkesi. 3-İnsan Sevgiyle Yaşar
4-Atasözleri Sözlüğü 5-Deyimler Sözlüğü 6-Masal Sofrası
AYRICA 1., 2. VE 3. SINIFLARA GÖRE KİTAPLAR
Halil İbrahim Yıldırım
0 531 522 98 33 e-posta: hiy_33@hotmail.com
BENİM KÜÇÜK DÜNYAM
BENİM KÜÇÜK DÜNYAM
Yaşlılık zor bir durum, yaşlanan anlıyor. Gücüm, dermanım kalmıyor. Gezmeyi bırakın, evin içinde dahi dolaşamıyorum. Bu sebeple çok sevdiğim dostlarıma dahi gidemiyordum.
Gençler beni yaşlı diye karşılarına alıp konuşmuyorlardı. Ben ne anlarım, aklım ermez tabi… Onlar her şeyin iyisini bilirler… Misafir gelse bile onların konuşmalarına katılamazdım.
Kendimi bu yalnızlığa alıştırmaya başladım. Yalnızlık benim en büyük arkadaşım oldu.
Ben genellikle koltukta otururdum. Bir gün pencerenin önündeki kanepeye oturdum. Bu tesadüfen oturmam, yalnızlığıma renk katmaya başladı. Eskiden benim oturduğum koltuğa kimse oturmazdı:
-Büyükannenin koltuğu
diyerek boş bırakırlardı. Gerçi ben gün boyunca orada otururdum. Hiç kalkmazdım. Ama o günden sonra koltukta oturmamaya başladım. Koltuk boş kalmıştı. Benim tekrar kalkıp oturmamı bekledikleri için, ev halkı gelip o koltuğa oturmazdı. Aradan bir hafta geçince, baktılar ki ben oturmuyorum, şaşırdılar. Gün boyunca benimle iki cümle konuşmayan ev halkı, on gün boyunca bana takılmaya başladılar:
-Ne haber büyükanne? Taşınmışsın… Haber verseydin yardım ederdik.
Veya bir başkası:
-Büyükanne! Evden eve taşıma şirketine söylerdik. Sen zahmet etmezdin…
Benimle konuşmayanlar, beni gırgıra alıyorlardı. Üç beş gün benle böyle şakalaştılar. Sonra gene eski duruma döndük. Ben yalnızlığımla baş başa kaldım. Ama şimdi yalnızlığımın bir farkı vardı. O günden beri yalnızlığımı koltuğumla paylaşmıyordum. Pencere önündeki kanepe, yeni oturma yerimdi.
O günü hiç unutamam. Pencerenin önüne oturduğum gün güneş o kadar güzel ki, beni çok etkiledi. O gün, bugün hep orada oturdum.
Kaç yıl oldu, bu pencerenin önünde oturmaktayım… Yaşlılığın verdiği hareketsizlik, beni bu pencerenin önüne adeta yapıştırdı. Ben her sabah buraya gelir otururum. Akşamın ilk saatlerine kadar zamanım burada geçer. Burada kendime küçük bir dünya yarattım.
Bu pencere benim yeni dünyam, arkadaşım, dışarıya açılan bir kapım oldu.
Bugün sabah erkenden yerime oturdum. Hava açıktı. Güneş ışıl ışıldı. Bir gün önce yağmur yağmıştı. Sokağın tozunu almış, toprak sulanmıştı. Pencereyi açtım. Derin bir nefes alıp, toprak kokusunu içime çekmeyi düşündüm. Ama bambaşka ve nefis bir kokuyla karşılaştım. Bu hoş kokulu çiçek ne olabilirdi. Dışarıya baktım… Çiçek yoktu. Önümde portakal ağaçları vardı. Daha önce tozdan rengini, kokusunu kaybeden portakal ağaçları vardı. O ağaçlar şimdi pırıl pırıl parlıyordu. Yağan yağmur, portakal ağaçlarının yapraklarındaki tozları yıkamıştı. Ağaçlar yemyeşil olmuştu. Bu güzel kokuyu bir daha, bir daha içime çektim. Büyük bir sevinç duydum.
O an bir şeyin farkına daha vardım. Portakal ağaçlarının altı yemyeşildi. Daha önce demek ki tozdan fark etmemiştim. Ağaçların altında çimler sanki yeşil bir halı gibi uzanıyordu... Uçsuz bucaksız… Bahçenin yeşili şimdi daha güzel, daha iç açıcıydı. Günüm bu güzel yeşil manzarayı seyirle ve portakal çiçeklerinin o nefis kokusunu içime çekmekle geçti. Portakal bahçesinin hemen üstüyle bir dağ yükseliyordu. Sanki fotomontaj gibi eklenmişti oraya. Portakal bahçesinin o doyum olmayan manzarasını tamamlamak için bir tür fon görevi görüyordu. Portakal bahçesinin koyu parlak yeşil tonuna karşılık, bu tepenin açık, mat yeşil renklerine gri, maviyle karışan bronz renklerinin yanı sıra açık kahverengi toprak renkleriyle karşımdaydı.
Öbür gün gene erkenden penceremin önüne geldim. Buradaki küçük dünyam büyümüştü. Şimdi pencereyi açıyorum. O mis gibi portakal çiçeği kokusu odama doluyor. Mutlu oluyorum… Bugün bir farklılık daha oldu. Açılan penceremin pervazına kuşlar geldi. Aman ne şeker şeyler.
-Cik, cik, cik,
diye ötemeye başladılar. Benden kaçacaklarına, bana yaklaşıyorlardı. Ben de kalktım mutfaktan ekmek aldım. Onlara getirdim. Ufalayıp önlerine attım. Birbirleriyle yarışırcasına ekmek parçalarını kapmaya başladılar. Beni sevmişlerdi. Ben de onları sevmiştim.
Kuşlar bir yandan sek sek sıçrayarak ekmek parçalarını yiyorlar, diğer yandan durmadan kanat çırpıp yer değişiyorlardı. Ara sıra elime bile konmaya başladılar.
Benim küçük dünyam biraz daha büyüdü. Kuşlarla büyüdü. O günden sonra kuşlar penceremin başköşesinde yerlerini almaya başladılar.
Her sabah kalkınca penceremin önüne koşmaya başladım. Kuşlarımı özlüyordum. Birbirimize o kadar alıştık ki, onlarla konuşmaya başladım. Ara sıra:
-Cik, cik, cik…
Sesleriyle bana cevap veriyorlardı. Elimde, omzumda geziyorlardı. Benimle dost olmuşlardı. Ben de onlarla her sabah konuşuyordum. İnanır mısınız, onlarla konuştuğumdan beri bende büyük değişiklikler oldu. Daha sağlıklı, daha dinç, daha neşeli oldum.
Sabah erken pencereme gidiyorum… Penceremi açıyorum… Serçeler yine geliyorlar… Benim gelmemi bekliyorlar… Penceremin önünde onlar için hazırladığım ekmek kırıntılarını kapışıyorlar… Yarış edercesine birbirlerini itiyor, durmadan yer değiştiriyorlardı. Dayanamıyorum:
-Durun çocuklar, durun! Hepinize yetecek kadar var. Bu aceleniz niye?
Diyerek onları sakinleştirmeye çalışıyordum. Sanki beni duyacaklar. Duyuyorlar ama dertleri ekmek kırıntılarını kapmak.
İçlerinden biri bana daha yakın geliyordu. Onunla konuşurken beni dinler gibiydi. omuzuma, başıma, koluma konardı. Benden kaçmazdı. Onunla kendimi daha samimi hissediyordum.
Kuşlarla konuşurken, bununla daha farklı konuşuyordum. O beni anlıyordu sanki. Onunla konuşunca bana bakar, dinlerdi.
Onunla sık sık göz göze geliyorduk… Önceleri gözlerini benden kaçırırdı. Utanır gibi bir hâli vardı. Günler geçmesine rağmen, bana o kadar alışmasına rağmen gene de bu sıkılgan tavrı hoşuma gidiyordu.
-Sıkılma, dedim.
Beni duymuş, beni anlamış gibi ekmek ufağı yemeyi bırakıp geldi omzuma kondu. Başıyla aşağı yukarı hareketler yaptı. Bundan cesaret alarak konuşmamı sürdürdüm:
-Çekinme kuşum… Çekinme güzelim… Sen benim biricik dostumsun… Çekinme, bana anlattıkların bende kalır… Biliyorum, benim de sana anlattıklarım sende kalacak…
Ekmek ufaklarından bir parça daha aldı. Sonra bana bakmaya başladı. Gözleriyle anlatmaya başladı.
Günler böyle geçiyordu.
Bir sabah kalktım, doğruca pencereme gittim. Açtığım zaman hafif bir esintiyle karşılaştım. Hava serindi. Hâlbuki bir gün önce hava ne kadar güzeldi. Güneş ne kadar da güzel açmıştı, pırıl pırıl ışıldıyordu. Bütün şirinliğiyle, çekiciliğiyle gülümsüyordu. Oysa şimdi hava kapalı ve güneş kara bulutların arkasına saklanmıştı. Karşıdaki tepenin üstünde kara bulutlar çöreklenmişti. Uzun uzun baktım. Hiç gitmemecesine sahiplenmişler. Bu an aklıma çocukken oynadığımız “kale benim” oyunu aklıma geldi. Mahallenin çocukları iki gruba ayrılırdı. Bir yükselti olan yerde oynanırdı. Grupların amacı bu yüksek tepeyi ele geçirerek korumaktı. Aşağıda kalan diğer grup, bir atak yaparak tepedekileri aşağı itmeye çalışırdı. Tepedekiler de onları aşağı iterdi. Şimdi tepeyi kara bulutlar ele geçirmişti. Kara bulutlar bu oyunun galibi olarak tepedeydiler. Ama o da ne? Bunların niyeti kötüydü galiba… Sadece tepeyi işgalle yetinmeyecek gibi görünüyorlardı. Sanki benim sevgili portakal ağaçlarımın da üstüne çöreklenip, o çok sevdiğim yeşillikten beni mahrum etmek ister gibi bir hâlleri vardı.
Onlara:
-Gidin buradan, yeşilliğimi bana bırakın,
demek istercesine camı açtım. Benim camı açmamla birlikte bana alışmış olan 8-10 serçe üşüştüler. Bunlar benim serçelerimdi. Bir parça ekmek kırıntısı için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kırıntıları atıştırırken göreceksiniz. Ne şirin, ne ilgi çekici hâlleri var.
Bu ara benim minik serçem kırıntıları arkadaşlarına bırakıyor. Bana yaklaşıyor. Benimle bakışıyor. Belli ki benimle konuşacak. Bana anlatacakları var.
Boncuk boncuk gözleriyle bana bakmaya başladı. Bakıştık. O bana gözleriyle anlatıyordu. Ben ona konuşarak anlatıyordum. Sanki bana cevap verir gibi, beni onaylar gibi “cik, cik” diyerek karşılık veriyordu.
Düşündüm de, o da benden çok farklı bir durumda değildi.
Bu arada diğer kuşlar ekmek kırıntılarını bitirmişler, yuvalarına uçmak için acele ediyorlardı. O minik serçeyle kısa bir süre daha bakıştık. Bana minnet dolu gözlerle baktığını hissettim.
-Ben hep buradayım minik serçem, ne zaman istersen gel! dedim ona, "Paylaşırım senle".
Sonra bakışlarımızla vedalaştık. Her ne kadar kendini o kalabalıkta yalnız hissetse de onun yeri o kalabalığın içiydi. Onlarla birlikte gitmek zorundaydı. Çünkü başka bir ortamda yaşayamazdı. Son bir kere daha gözlerime baktı ve diğerlerine yetişmek için arkasına döndü ve uçtu gitti...
Ardından öylece bakakaldım. Kuşların uçuşunu izledim. Gökyüzünde bir nokta gibi kalıncaya kadar baktım. Sonra yine gözlerim karşı tepenin üstündeki kara bulutlara takıldı. Şu an tepenin sahibi onlardı.
Ama ne kadar sahiplenmiş görünseler de, bu tepeleri elbette bir gün terk edeceklerdi. Yerine pırıl pırıl bir güneş açacaktı. Benim o güzelim portakal ağaçlarım da yeşilin ve sarının tüm tonlarıyla yine gözlerime bayram ettireceklerdi. Kokularını içime çekecektim.
Ama benim içimdeki kara bulutlar, karşı tepedeki kara bulutlar gibi duruyordu. Bu kara bulutlar gibi benim içimden de gidecek miydi? Gidecekse ne zaman gidecekti?
İşte bu sorunun cevabını veremedim.
Belki de günün birinde o minik serçe yeniden pencereme geldiğinde ve onun gözlerindeki hüznün gittiğini, yerine mutluluğun geldiğini hissettiğimde, belki benim içimde çöreklenen o kara bulutlar az da olsa kalkacak, aralardan sızan güneş ışınları az da olsa içimi ısıtacaktı.
Kim bilir belki...
Yaşlılık zor bir durum, yaşlanan anlıyor. Gücüm, dermanım kalmıyor. Gezmeyi bırakın, evin içinde dahi dolaşamıyorum. Bu sebeple çok sevdiğim dostlarıma dahi gidemiyordum.
Gençler beni yaşlı diye karşılarına alıp konuşmuyorlardı. Ben ne anlarım, aklım ermez tabi… Onlar her şeyin iyisini bilirler… Misafir gelse bile onların konuşmalarına katılamazdım.
Kendimi bu yalnızlığa alıştırmaya başladım. Yalnızlık benim en büyük arkadaşım oldu.
Ben genellikle koltukta otururdum. Bir gün pencerenin önündeki kanepeye oturdum. Bu tesadüfen oturmam, yalnızlığıma renk katmaya başladı. Eskiden benim oturduğum koltuğa kimse oturmazdı:
-Büyükannenin koltuğu
diyerek boş bırakırlardı. Gerçi ben gün boyunca orada otururdum. Hiç kalkmazdım. Ama o günden sonra koltukta oturmamaya başladım. Koltuk boş kalmıştı. Benim tekrar kalkıp oturmamı bekledikleri için, ev halkı gelip o koltuğa oturmazdı. Aradan bir hafta geçince, baktılar ki ben oturmuyorum, şaşırdılar. Gün boyunca benimle iki cümle konuşmayan ev halkı, on gün boyunca bana takılmaya başladılar:
-Ne haber büyükanne? Taşınmışsın… Haber verseydin yardım ederdik.
Veya bir başkası:
-Büyükanne! Evden eve taşıma şirketine söylerdik. Sen zahmet etmezdin…
Benimle konuşmayanlar, beni gırgıra alıyorlardı. Üç beş gün benle böyle şakalaştılar. Sonra gene eski duruma döndük. Ben yalnızlığımla baş başa kaldım. Ama şimdi yalnızlığımın bir farkı vardı. O günden beri yalnızlığımı koltuğumla paylaşmıyordum. Pencere önündeki kanepe, yeni oturma yerimdi.
O günü hiç unutamam. Pencerenin önüne oturduğum gün güneş o kadar güzel ki, beni çok etkiledi. O gün, bugün hep orada oturdum.
Kaç yıl oldu, bu pencerenin önünde oturmaktayım… Yaşlılığın verdiği hareketsizlik, beni bu pencerenin önüne adeta yapıştırdı. Ben her sabah buraya gelir otururum. Akşamın ilk saatlerine kadar zamanım burada geçer. Burada kendime küçük bir dünya yarattım.
Bu pencere benim yeni dünyam, arkadaşım, dışarıya açılan bir kapım oldu.
Bugün sabah erkenden yerime oturdum. Hava açıktı. Güneş ışıl ışıldı. Bir gün önce yağmur yağmıştı. Sokağın tozunu almış, toprak sulanmıştı. Pencereyi açtım. Derin bir nefes alıp, toprak kokusunu içime çekmeyi düşündüm. Ama bambaşka ve nefis bir kokuyla karşılaştım. Bu hoş kokulu çiçek ne olabilirdi. Dışarıya baktım… Çiçek yoktu. Önümde portakal ağaçları vardı. Daha önce tozdan rengini, kokusunu kaybeden portakal ağaçları vardı. O ağaçlar şimdi pırıl pırıl parlıyordu. Yağan yağmur, portakal ağaçlarının yapraklarındaki tozları yıkamıştı. Ağaçlar yemyeşil olmuştu. Bu güzel kokuyu bir daha, bir daha içime çektim. Büyük bir sevinç duydum.
O an bir şeyin farkına daha vardım. Portakal ağaçlarının altı yemyeşildi. Daha önce demek ki tozdan fark etmemiştim. Ağaçların altında çimler sanki yeşil bir halı gibi uzanıyordu... Uçsuz bucaksız… Bahçenin yeşili şimdi daha güzel, daha iç açıcıydı. Günüm bu güzel yeşil manzarayı seyirle ve portakal çiçeklerinin o nefis kokusunu içime çekmekle geçti. Portakal bahçesinin hemen üstüyle bir dağ yükseliyordu. Sanki fotomontaj gibi eklenmişti oraya. Portakal bahçesinin o doyum olmayan manzarasını tamamlamak için bir tür fon görevi görüyordu. Portakal bahçesinin koyu parlak yeşil tonuna karşılık, bu tepenin açık, mat yeşil renklerine gri, maviyle karışan bronz renklerinin yanı sıra açık kahverengi toprak renkleriyle karşımdaydı.
Öbür gün gene erkenden penceremin önüne geldim. Buradaki küçük dünyam büyümüştü. Şimdi pencereyi açıyorum. O mis gibi portakal çiçeği kokusu odama doluyor. Mutlu oluyorum… Bugün bir farklılık daha oldu. Açılan penceremin pervazına kuşlar geldi. Aman ne şeker şeyler.
-Cik, cik, cik,
diye ötemeye başladılar. Benden kaçacaklarına, bana yaklaşıyorlardı. Ben de kalktım mutfaktan ekmek aldım. Onlara getirdim. Ufalayıp önlerine attım. Birbirleriyle yarışırcasına ekmek parçalarını kapmaya başladılar. Beni sevmişlerdi. Ben de onları sevmiştim.
Kuşlar bir yandan sek sek sıçrayarak ekmek parçalarını yiyorlar, diğer yandan durmadan kanat çırpıp yer değişiyorlardı. Ara sıra elime bile konmaya başladılar.
Benim küçük dünyam biraz daha büyüdü. Kuşlarla büyüdü. O günden sonra kuşlar penceremin başköşesinde yerlerini almaya başladılar.
Her sabah kalkınca penceremin önüne koşmaya başladım. Kuşlarımı özlüyordum. Birbirimize o kadar alıştık ki, onlarla konuşmaya başladım. Ara sıra:
-Cik, cik, cik…
Sesleriyle bana cevap veriyorlardı. Elimde, omzumda geziyorlardı. Benimle dost olmuşlardı. Ben de onlarla her sabah konuşuyordum. İnanır mısınız, onlarla konuştuğumdan beri bende büyük değişiklikler oldu. Daha sağlıklı, daha dinç, daha neşeli oldum.
Sabah erken pencereme gidiyorum… Penceremi açıyorum… Serçeler yine geliyorlar… Benim gelmemi bekliyorlar… Penceremin önünde onlar için hazırladığım ekmek kırıntılarını kapışıyorlar… Yarış edercesine birbirlerini itiyor, durmadan yer değiştiriyorlardı. Dayanamıyorum:
-Durun çocuklar, durun! Hepinize yetecek kadar var. Bu aceleniz niye?
Diyerek onları sakinleştirmeye çalışıyordum. Sanki beni duyacaklar. Duyuyorlar ama dertleri ekmek kırıntılarını kapmak.
İçlerinden biri bana daha yakın geliyordu. Onunla konuşurken beni dinler gibiydi. omuzuma, başıma, koluma konardı. Benden kaçmazdı. Onunla kendimi daha samimi hissediyordum.
Kuşlarla konuşurken, bununla daha farklı konuşuyordum. O beni anlıyordu sanki. Onunla konuşunca bana bakar, dinlerdi.
Onunla sık sık göz göze geliyorduk… Önceleri gözlerini benden kaçırırdı. Utanır gibi bir hâli vardı. Günler geçmesine rağmen, bana o kadar alışmasına rağmen gene de bu sıkılgan tavrı hoşuma gidiyordu.
-Sıkılma, dedim.
Beni duymuş, beni anlamış gibi ekmek ufağı yemeyi bırakıp geldi omzuma kondu. Başıyla aşağı yukarı hareketler yaptı. Bundan cesaret alarak konuşmamı sürdürdüm:
-Çekinme kuşum… Çekinme güzelim… Sen benim biricik dostumsun… Çekinme, bana anlattıkların bende kalır… Biliyorum, benim de sana anlattıklarım sende kalacak…
Ekmek ufaklarından bir parça daha aldı. Sonra bana bakmaya başladı. Gözleriyle anlatmaya başladı.
Günler böyle geçiyordu.
Bir sabah kalktım, doğruca pencereme gittim. Açtığım zaman hafif bir esintiyle karşılaştım. Hava serindi. Hâlbuki bir gün önce hava ne kadar güzeldi. Güneş ne kadar da güzel açmıştı, pırıl pırıl ışıldıyordu. Bütün şirinliğiyle, çekiciliğiyle gülümsüyordu. Oysa şimdi hava kapalı ve güneş kara bulutların arkasına saklanmıştı. Karşıdaki tepenin üstünde kara bulutlar çöreklenmişti. Uzun uzun baktım. Hiç gitmemecesine sahiplenmişler. Bu an aklıma çocukken oynadığımız “kale benim” oyunu aklıma geldi. Mahallenin çocukları iki gruba ayrılırdı. Bir yükselti olan yerde oynanırdı. Grupların amacı bu yüksek tepeyi ele geçirerek korumaktı. Aşağıda kalan diğer grup, bir atak yaparak tepedekileri aşağı itmeye çalışırdı. Tepedekiler de onları aşağı iterdi. Şimdi tepeyi kara bulutlar ele geçirmişti. Kara bulutlar bu oyunun galibi olarak tepedeydiler. Ama o da ne? Bunların niyeti kötüydü galiba… Sadece tepeyi işgalle yetinmeyecek gibi görünüyorlardı. Sanki benim sevgili portakal ağaçlarımın da üstüne çöreklenip, o çok sevdiğim yeşillikten beni mahrum etmek ister gibi bir hâlleri vardı.
Onlara:
-Gidin buradan, yeşilliğimi bana bırakın,
demek istercesine camı açtım. Benim camı açmamla birlikte bana alışmış olan 8-10 serçe üşüştüler. Bunlar benim serçelerimdi. Bir parça ekmek kırıntısı için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kırıntıları atıştırırken göreceksiniz. Ne şirin, ne ilgi çekici hâlleri var.
Bu ara benim minik serçem kırıntıları arkadaşlarına bırakıyor. Bana yaklaşıyor. Benimle bakışıyor. Belli ki benimle konuşacak. Bana anlatacakları var.
Boncuk boncuk gözleriyle bana bakmaya başladı. Bakıştık. O bana gözleriyle anlatıyordu. Ben ona konuşarak anlatıyordum. Sanki bana cevap verir gibi, beni onaylar gibi “cik, cik” diyerek karşılık veriyordu.
Düşündüm de, o da benden çok farklı bir durumda değildi.
Bu arada diğer kuşlar ekmek kırıntılarını bitirmişler, yuvalarına uçmak için acele ediyorlardı. O minik serçeyle kısa bir süre daha bakıştık. Bana minnet dolu gözlerle baktığını hissettim.
-Ben hep buradayım minik serçem, ne zaman istersen gel! dedim ona, "Paylaşırım senle".
Sonra bakışlarımızla vedalaştık. Her ne kadar kendini o kalabalıkta yalnız hissetse de onun yeri o kalabalığın içiydi. Onlarla birlikte gitmek zorundaydı. Çünkü başka bir ortamda yaşayamazdı. Son bir kere daha gözlerime baktı ve diğerlerine yetişmek için arkasına döndü ve uçtu gitti...
Ardından öylece bakakaldım. Kuşların uçuşunu izledim. Gökyüzünde bir nokta gibi kalıncaya kadar baktım. Sonra yine gözlerim karşı tepenin üstündeki kara bulutlara takıldı. Şu an tepenin sahibi onlardı.
Ama ne kadar sahiplenmiş görünseler de, bu tepeleri elbette bir gün terk edeceklerdi. Yerine pırıl pırıl bir güneş açacaktı. Benim o güzelim portakal ağaçlarım da yeşilin ve sarının tüm tonlarıyla yine gözlerime bayram ettireceklerdi. Kokularını içime çekecektim.
Ama benim içimdeki kara bulutlar, karşı tepedeki kara bulutlar gibi duruyordu. Bu kara bulutlar gibi benim içimden de gidecek miydi? Gidecekse ne zaman gidecekti?
İşte bu sorunun cevabını veremedim.
Belki de günün birinde o minik serçe yeniden pencereme geldiğinde ve onun gözlerindeki hüznün gittiğini, yerine mutluluğun geldiğini hissettiğimde, belki benim içimde çöreklenen o kara bulutlar az da olsa kalkacak, aralardan sızan güneş ışınları az da olsa içimi ısıtacaktı.
Kim bilir belki...
BAYRAM HARÇLIĞI
BAYRAM HARÇLIĞI
-Haydi bey!
-Ne var gene hanım, ne istiyorsun?
Oturma odasında divana yan gelip uzanmış olan Şerafettin Bey, homurdanarak yerinden kalktı.
-Bu kadın bir dakka olsun rahat ettirmez ki.
Hanımın sesi mutfaktan geliyordu. Kurban etlerini parçaladığı da, ete ve tahtaya değen satır seslerinden anlaşılıyordu.
Mutfağın kapısına geldi. Hanımı yere sofra sermiş, üzerine gazete kâğıdı koymuş. Bağdaş kurarak oturduğu yerde et tahtası üzerinde butları parçalamaktaydı. Ara sıra satırı vurdukça etrafa sıçrayan etleri toplayarak:
-Kısmetlisi çok olacak.
Şerafettin Bey, istemeye istemeye lafa karıştı:
-Öyledir hanım. Çocuklar, torunlar yoldadır. Birinci günü gelemediler. Bugün gelirler.
-Canları sağ olsun beyim.
-Sen benden ne istiyordun. Bir Dakka olsun dinlendirmeyeceksin galiba.
-Şu kelle ile ayakları götür de üttürüver. Çocuklar gelince güzel bir paça içsinler.
-Yahu şimdi az dinleneyim. Öğleden sonra götüreyim.
-Öğle sonuna kalma bey. Kış günü hemen akşam olur. Hem yakın. Kendine yürüyüş yapmış olursun. İstasyonun ilerisinde köşede demirciler seyyar tezgâh kurmuşlar. Çarşıya gitmene gerek yok.
-Peki, peki, anlaşıldı. Bunu götürmezsem bana rahat yok. Götüreyim de rahat edeyim.
Şerafettin Bey, ceketini giydi. Bastonunu aldı. Ayakkabılarını giyinmek için oradaki tabureye oturdu. Son birkaç aydır ayakları ağrımaya başlamıştı. Yolda yürüyüşlerini yavaşlatıp, kısa mesafelerde de oturmaya başlamıştı. Evde ayakkabılarını giyerken de rahatsız olduğu için hole bir tabura alıp koymuştu.
Ayakkabılarını giyerek dışarı çıktı. Bir elinde içinde kelle olan poşet torba, diğerinde de bastonu, ağır adımlarla yürümeye başladı.
Şerafettin Bey emekli memurdu. Uzun yıllar önce emekli olmuştu. İki kızı, üç oğlu vardı. Hepsini okutmuş, evermişti. Sekiz torunu vardı. Sabırlı, hoşgörülü, saf, kötülük düşünmeyen bir kişiliği vardı. Kimsenin kalbini kırmak istemezdi. Herkesin yardımına koşardı. Yaşı da ilerlemişti. Bu haliyle çocukların Şeref dedesi, gençlerin Şeref amcası, yetişkinlerin de Şerafettin Bey’iydi.
Yolda yürürken de ona selam vermeden geçmezlerdi.
-Bayramın kutlu olsun Şeref amca, uğurlar olsun.
-Eyvallah, eyvallah! Sizlerin de bayramı kutlu olsun.
-Bayramın kutlu olsun Şeref dede. Ver elini öpeyim.
-Vay sağ olasın Sedat, senin de el öpenin çok olsun.
-Yükün ağır ise ben taşıyayım.
-Teşekkür ederim canım. Fazla ağır değil, ben taşırım.
Şerafettin Bey on dakika kadar yürüdükten sonra, yolu üzerindeki terzinin önünde durdu. İçeriye selam verdi. Elindeki iğneye takılı ipi dişiyle koparan terzi, dizi üstündeki kumaş parçasını kaldırarak Şerafettin Bey’e seslendi:
-Aleykümselam Şerafettin Bey, buyur bir soluklan hele. Hemen iki sandalye alarak dükkânın önüne çıkardı:
-Hem dinlenirsin, hem bir çay içeriz. Sabah güneşinden de yararlanırız.
-Tamam Hulusi Bey kardeşim. Biraz dinleneyim.
Sandalyeye otururken, elindeki poşeti ayaklarının yanına koydu. Bunları gören bitişik komşu Selim Efendi de geldi. Üçü birden sohbete dalmışlardı.
Bu sene hava şartlarından girip, kurban fiyatlarından çıktılar. Her şeyi konuştular. O sırada yanlarına bir çocuk yaklaştı. 10-11 yaşlarındaki bu çocuk, sanki orada oturanları tanıyor gibi:
-Bayramınız kutlu olsun, öpeyim, dedi.
Ellerini öptürmediler ama her biri çocuğun bayramını kutladı. Çocuk yerde duran poşeti göstererek:
-Kelle ütülecek mi? diye sordu.
Şerafettin Bey:
-Evet yavrum.
-İstersen ben üttürüp geleyim. Hemen şuracıkta. Sen yorulma dede, dedi.
Şerafettin Bey biraz düşündü. Sonra:
-Olur, dedi. Kaça yapıyorlarmış ki?
Terzi:
-Çarşıda 10 liraymış. Bunlar burada sekiz liraya ütüyorlarmış.
Şerafettin Bey, cebinden on lira çıkardı. Çocuğa verdi. Bunun sekiz lirası kelle için, iki lirası da senin. Haydi, bir solukta git gel bakalım.
Çocuk, Şerafettin Bey’in verdiği on lirayı ve içinde kelle bulunan poşeti kaptığı gibi ileride köşede demircilerin bulunduğu tezgâha doğru koştu. Şerafettin Bey, çocuğu gözleriyle izledi. Demirciler 8-10 dakikalık uzaklıktaydı. Demirci tezgâhına varınca, arkadaşlarıyla sohbete devam etti.
-Ya çocuğu boşuna mı yorduk? Ben gidip gelirdim. Hem yürüyüş olurdu bana.
-Sen otur Şeref Bey, biraz daha dinlen. Hem sohbetimize de devam ederiz.
Aradan üç beş dakika geçti çocuk gelmemişti. Sohbet koyulaşmıştı. Bir ara terzi demircilerin olduğu tarafa baktı. Çocuk gelmemişti. Orada da görünmüyordu.
-Şerafettin Bey, sen bu çocuğu tanıyor musun?
-Hayır.
-Görünürlerde yok.
-Ben, sizler tanıyorsunuz sandım.
-Yok, tanımıyoruz.
Mobilyacı da:
-Ben de tanımam. Buralardan değil galiba.
-Neyse, az daha bekleyelim.
Bir saate yakın olmuştu. Çocuk yoktu. Acaba kaçmış mıydı? Nasıl da boş bulunmuştu? Esnaf arkadaşları tanıyor sanmıştı. Hâlbuki onlar tanımıyorlarmış. Bayram günü bu olur muydu? Hayret yani… İnsan bu yaşta dolandırıcılığa alışır mıydı? Bunu sokaklara salan anne ve babalar evde öğretleyip öyle mi gönderiyorlardı? Yoksa bu çocuk kendiliğinden mi bu yola giriyordu. Kim bilir, belki de bir hırsızın elinde kukla olmuş bir çocuktu? Değişik duygular, düşünmek istemediği fikirler aklına geliyordu. Birini düşünürken, diğeri aklına geliyordu. Hoşlanmadığı, çocuğa uygun görmediği bu davranışları aklına getirmek istemiyordu.
Bir süre sonra çocuğun gelmeyeceğini anlayan Şerafettin Bey:
-Neyse arkadaşlar. Ben kalkayım artık. Benim kelle ile on lira, bu yan kesici çocuğa bayram haçlığı oldu.
-Haydi bey!
-Ne var gene hanım, ne istiyorsun?
Oturma odasında divana yan gelip uzanmış olan Şerafettin Bey, homurdanarak yerinden kalktı.
-Bu kadın bir dakka olsun rahat ettirmez ki.
Hanımın sesi mutfaktan geliyordu. Kurban etlerini parçaladığı da, ete ve tahtaya değen satır seslerinden anlaşılıyordu.
Mutfağın kapısına geldi. Hanımı yere sofra sermiş, üzerine gazete kâğıdı koymuş. Bağdaş kurarak oturduğu yerde et tahtası üzerinde butları parçalamaktaydı. Ara sıra satırı vurdukça etrafa sıçrayan etleri toplayarak:
-Kısmetlisi çok olacak.
Şerafettin Bey, istemeye istemeye lafa karıştı:
-Öyledir hanım. Çocuklar, torunlar yoldadır. Birinci günü gelemediler. Bugün gelirler.
-Canları sağ olsun beyim.
-Sen benden ne istiyordun. Bir Dakka olsun dinlendirmeyeceksin galiba.
-Şu kelle ile ayakları götür de üttürüver. Çocuklar gelince güzel bir paça içsinler.
-Yahu şimdi az dinleneyim. Öğleden sonra götüreyim.
-Öğle sonuna kalma bey. Kış günü hemen akşam olur. Hem yakın. Kendine yürüyüş yapmış olursun. İstasyonun ilerisinde köşede demirciler seyyar tezgâh kurmuşlar. Çarşıya gitmene gerek yok.
-Peki, peki, anlaşıldı. Bunu götürmezsem bana rahat yok. Götüreyim de rahat edeyim.
Şerafettin Bey, ceketini giydi. Bastonunu aldı. Ayakkabılarını giyinmek için oradaki tabureye oturdu. Son birkaç aydır ayakları ağrımaya başlamıştı. Yolda yürüyüşlerini yavaşlatıp, kısa mesafelerde de oturmaya başlamıştı. Evde ayakkabılarını giyerken de rahatsız olduğu için hole bir tabura alıp koymuştu.
Ayakkabılarını giyerek dışarı çıktı. Bir elinde içinde kelle olan poşet torba, diğerinde de bastonu, ağır adımlarla yürümeye başladı.
Şerafettin Bey emekli memurdu. Uzun yıllar önce emekli olmuştu. İki kızı, üç oğlu vardı. Hepsini okutmuş, evermişti. Sekiz torunu vardı. Sabırlı, hoşgörülü, saf, kötülük düşünmeyen bir kişiliği vardı. Kimsenin kalbini kırmak istemezdi. Herkesin yardımına koşardı. Yaşı da ilerlemişti. Bu haliyle çocukların Şeref dedesi, gençlerin Şeref amcası, yetişkinlerin de Şerafettin Bey’iydi.
Yolda yürürken de ona selam vermeden geçmezlerdi.
-Bayramın kutlu olsun Şeref amca, uğurlar olsun.
-Eyvallah, eyvallah! Sizlerin de bayramı kutlu olsun.
-Bayramın kutlu olsun Şeref dede. Ver elini öpeyim.
-Vay sağ olasın Sedat, senin de el öpenin çok olsun.
-Yükün ağır ise ben taşıyayım.
-Teşekkür ederim canım. Fazla ağır değil, ben taşırım.
Şerafettin Bey on dakika kadar yürüdükten sonra, yolu üzerindeki terzinin önünde durdu. İçeriye selam verdi. Elindeki iğneye takılı ipi dişiyle koparan terzi, dizi üstündeki kumaş parçasını kaldırarak Şerafettin Bey’e seslendi:
-Aleykümselam Şerafettin Bey, buyur bir soluklan hele. Hemen iki sandalye alarak dükkânın önüne çıkardı:
-Hem dinlenirsin, hem bir çay içeriz. Sabah güneşinden de yararlanırız.
-Tamam Hulusi Bey kardeşim. Biraz dinleneyim.
Sandalyeye otururken, elindeki poşeti ayaklarının yanına koydu. Bunları gören bitişik komşu Selim Efendi de geldi. Üçü birden sohbete dalmışlardı.
Bu sene hava şartlarından girip, kurban fiyatlarından çıktılar. Her şeyi konuştular. O sırada yanlarına bir çocuk yaklaştı. 10-11 yaşlarındaki bu çocuk, sanki orada oturanları tanıyor gibi:
-Bayramınız kutlu olsun, öpeyim, dedi.
Ellerini öptürmediler ama her biri çocuğun bayramını kutladı. Çocuk yerde duran poşeti göstererek:
-Kelle ütülecek mi? diye sordu.
Şerafettin Bey:
-Evet yavrum.
-İstersen ben üttürüp geleyim. Hemen şuracıkta. Sen yorulma dede, dedi.
Şerafettin Bey biraz düşündü. Sonra:
-Olur, dedi. Kaça yapıyorlarmış ki?
Terzi:
-Çarşıda 10 liraymış. Bunlar burada sekiz liraya ütüyorlarmış.
Şerafettin Bey, cebinden on lira çıkardı. Çocuğa verdi. Bunun sekiz lirası kelle için, iki lirası da senin. Haydi, bir solukta git gel bakalım.
Çocuk, Şerafettin Bey’in verdiği on lirayı ve içinde kelle bulunan poşeti kaptığı gibi ileride köşede demircilerin bulunduğu tezgâha doğru koştu. Şerafettin Bey, çocuğu gözleriyle izledi. Demirciler 8-10 dakikalık uzaklıktaydı. Demirci tezgâhına varınca, arkadaşlarıyla sohbete devam etti.
-Ya çocuğu boşuna mı yorduk? Ben gidip gelirdim. Hem yürüyüş olurdu bana.
-Sen otur Şeref Bey, biraz daha dinlen. Hem sohbetimize de devam ederiz.
Aradan üç beş dakika geçti çocuk gelmemişti. Sohbet koyulaşmıştı. Bir ara terzi demircilerin olduğu tarafa baktı. Çocuk gelmemişti. Orada da görünmüyordu.
-Şerafettin Bey, sen bu çocuğu tanıyor musun?
-Hayır.
-Görünürlerde yok.
-Ben, sizler tanıyorsunuz sandım.
-Yok, tanımıyoruz.
Mobilyacı da:
-Ben de tanımam. Buralardan değil galiba.
-Neyse, az daha bekleyelim.
Bir saate yakın olmuştu. Çocuk yoktu. Acaba kaçmış mıydı? Nasıl da boş bulunmuştu? Esnaf arkadaşları tanıyor sanmıştı. Hâlbuki onlar tanımıyorlarmış. Bayram günü bu olur muydu? Hayret yani… İnsan bu yaşta dolandırıcılığa alışır mıydı? Bunu sokaklara salan anne ve babalar evde öğretleyip öyle mi gönderiyorlardı? Yoksa bu çocuk kendiliğinden mi bu yola giriyordu. Kim bilir, belki de bir hırsızın elinde kukla olmuş bir çocuktu? Değişik duygular, düşünmek istemediği fikirler aklına geliyordu. Birini düşünürken, diğeri aklına geliyordu. Hoşlanmadığı, çocuğa uygun görmediği bu davranışları aklına getirmek istemiyordu.
Bir süre sonra çocuğun gelmeyeceğini anlayan Şerafettin Bey:
-Neyse arkadaşlar. Ben kalkayım artık. Benim kelle ile on lira, bu yan kesici çocuğa bayram haçlığı oldu.
İNSAN SEVGİYLE YAŞAR
İNSAN SEVGİYLE YAŞAR
İnsan bir an olsun şaşırıyor. Her yer karanlık. Karanlığın içinde hiçbir belirti yok. Karanlık adeta sizi alıp kendisine çekiyor. Koyu bir durgunluk var. Helezonlar şeklinde bir göz yanılması sizi karanlığın içine mi çekiyor? Yoksa tam tersine, dışarıya mı atıyor bilemezsiniz.
Nesrin Hanım bir anda kendisini bu sonsuz karanlığın içinde bulur. Bakıyor ama bir şey göremiyor. Görmek için göz kapaklarını biraz daha açıyor, gözlerini ovuşturuyor. Sanki hemen karşısına biri çıkacakmış gibi bir his var. Gidiyor, gidiyor, ama sanki hiç gitmemiş de yerinde duruyor gibi. Nesrin Hanım ilerledikçe koyu siyah karanlık, rengini açıyor gibi, gümüş rengine dönüyor gibi oluyordu.
Çok uzaklarda bir noktada bir ışık belirir gibi oldu. Nesrin Hanım gözlerini bir daha ovuşturdu. Göz aldanması mıydı, yoksa gerçekten bir ışık var mıydı?
Evet, evet bir ışık vardı orada. Ama çok uzaklarda bir nokta şeklindeydi. Nesrin Hanım duraladı. Olduğu yerde durdu. Şimdi içten dışa veya dışardan içeriye kendisini götüren göz aldanmaları da kesilmişti. Her şey daha net görünüyordu. O kopkoyu karanlığın içindeki ışık, bir toplu iğne başı büyüklüğündeydi. Bu ışık, gitgide daha belirgin olmaya başladı. O nokta gibi ışık büyüyerek Nesrin Hanım’ın yanına doğru yaklaşıyordu. Öyle bir an geldi ki, ışığın içinde biri olduğunu fark etti. Nesrin Hanım heyecanlandı. Hemen aklına oğlu geldi. Oğlu Murat olmalıydı bu.
Nesrin Hanım önce heyecanla korkunun verdiği bir duygu içindeydi. Çünkü o küçük bir nokta şeklindeki ışığın giderek büyümesi onda bu duyguları yaşattı. Ancak şimdi daha değişik bir heyecanın içindeydi. Işık içindeki kişinin oğlu Murat olduğunu hissetmesi, aklına gelivermesi, onu rahatlatmıştı.
Şimdi korkmuyordu. Ama emindi. Bu Murat’tı. Evet, evet oydu. Karanlığın içinde beliren ışık içindeki kişi tam olarak belirgin hale geldi. Bu biricik oğlu Murat’tı. Asker oğlu Murat, “Mehmetçik” oğlu Murat…
-Anne! Anne! Anne! Bak ben geldim.
Nesrin Hanım hislerinde yanılmamıştı. Hasreti gözünde tüten oğlu karşısındaydı…
Elinde silahı, asker elbisesi, dimdik duruyordu… Gülen yüzü parlaktı. Sanki bir nur parçası gibi aydınlatıyordu… Nesrin Hanım oğluna baktıkça huzur buluyor, içi rahatlıyordu. Bilmediği, kavrayamadığı duygularla karşı karşıyaydı… Hem üzüleceğini hissetti, hem oğlunu görmenin, oğluna kavuşmanın heyecanıyla seviniyordu. Bağırıp haykırmak istiyordu. Bağırdı… Dudaklarından dökülen sesin şiddetini ölçemedi… Bağırmasına rağmen sessiz bir çağırış gibi geldi:
-Oğlumm! Oğlummm! Oğlummmm! Buradayımmm! Gel! Kucaklayayım seni… Doya, doya kucaklayayım seni…
Bir an bir durgunluk oldu. Murat, geldiği gibi gitti… Göründüğü gibi kayboldu… Gittikçe parlayan ışık, yine aynı şekilde kaybolmaya, kararmaya başladı…
Şimdi gene her yer karanlık olmuştu… Nesrin Hanım kapkaranlık bir boşlukta kalmıştı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi…
Nesrin Hanım büyük bir telaş ve heyecan ile uyandı. Sıkıntı içindeydi. Ter içinde kalmıştı. Yatağın içinde doğruldu. Elinin tersiyle alnını silerken:
-Hayırdır inşallah! dedi. Oğlummm! Oğlumu gördüm. Bana geldi… Bana geldi…
Yatağından kalktı, lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Derin bir nefes aldı… Dışarıya baktı, henüz aydınlanmamıştı. Oturma odasına geçti. Sürekli dua ediyordu. Gördüğü rüyanın hayırlı olmasını diliyordu. Fazla oturamadı. Kalktı, lavaboya gitti; abdest aldı. Sonra kitaplığın üst rafındaki ilk kitabı aldı. Oturma odasına gitti. Kitabı elinde sıkı sıkı tutuyordu. Bir süre böyle oturdu… Sonra, başörtüsünü düzeltti. Çenesinin altındaki düğümü yeniden sıkıştırdı. Kitaptaki kırmızı kurdelenin sayfalar arasındaki ucunu buldu. O sayfayı açtı. Sevinmesi mi gerekiyordu, üzülmesi mi? Bir türlü bilemiyordu… Bu karışık duygular içinde okumaya başladı:
-Bismillahirrahmanirrahim.
Nesrin Hanım Kuran-ı Kerim kitabını açmıştı. Okumaya başladı. Gözü kitaptaydı, aklı ise oğlunda… Ne kadar okuduğunu, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadı… Sabah ezanı okunmaya başladı… Nesrin Hanım Kuran okumasını bitirdi. Kitabı kapattı. Ellerini açarak dua etti. Ellerini yüzüne sürdü. Bir süre öyle tuttu.
Kuran-ı Kerim’i kitaplıktaki yerine itinayla yerleştirdi. İçeriden namazlağısını alarak oturma odasına geçti. Sabah namazını kıldı. Namazdan sonra kalkmadı. Uzun süre dua etti. Sonra tespihini alarak çekmeye başladı.
Nesrin Hanım, kahvaltısını hazırlayıp masaya oturdu. Dalgın dalgın çayını yudumlamaya başladı.
Nesrin Hanım 48 yaşındaydı. Tek başına kalıyordu. Eşini üç sene önce kaybetmişti. Onun yokluğuna, güler yüzlü oğlu Murat’ın varlığıyla alışmıştı. Oğluyla birlikte yaşamaya başlamıştı. Onu askere gönderince, tekrar yalnız kalmıştı. Bir de kızı vardı. Onun altı yaşında bir kızı vardı. Evleri yakındı. Her gün gelerek, annesinin yalnızlığını gideriyordu. Onun dert ortağı oluyordu. Hele torunu Müge bambaşkaydı. Sanki büyümüş de küçülmüş gibiydi. Nesrin Hanım’ın bütün sıkıntılarını, üzüntülerini unutmasında ilaç gibiydi. Güler yüzü, konuşmaları, anneannesiyle ilgilenmesi, afacanlığı ile her zaman aranan biriydi. Nesrin Hanım, torunu Müge’yi çok seviyordu.
-Minik kuşum, biriciğim!
Diye severdi.
Kahvaltısını yaparken, bir ara kızını arayıp çağırmak istedi. Sonra vazgeçti. Bir ara telefonu kaldırıp, numaraların 3-4 tanesini çevirmişti ki, ahizeyi yerine koydu.
-Nasıl olsa birazdan gelecek… Durduk yere telaşlandırmayayım… diye düşündü.
Kahvaltı masasını topladıktan sonra oturma odasına geçti. Televizyon izlemeye başladı.
Dalgınlığını üzerinden atamamıştı. Yine telefonun başına gitti. Gayriihtiyarî numaraları çevirmeye başladı. Sonra vazgeçerek ahizeyi bıraktı.
-Yok… yok… Nasılsa gelmek üzeredir…
Yine kızını arıyordu, vazgeçti. Tekrar televizyonun karşısına oturdu. Dalgın dalgın bakmaya başladı. Zaman geçmiyordu. Kapı zili bir türlü çalmıyordu. Kalktı, bulaşıkları yıkadı. Elinde bir nemli bez, masaların, büfenin tozunu almaya başladı.
Nesrin Hanım, her gün yaptığı gibi kendini temizliğe kaptırdı. Bunu her sabah alışkanlık haline getirmişti. Eşini kaybettikten sonra alışmıştı. Kendisine bir meşguliyet oluyordu. Toz alma, yerleri silme, Müge’nin dağıttıklarını toparlamak onun en büyük uğraşısı olmuştu.
Nesrin Hanım kapı ziliyle irkildi. Kendine geldi.
-Ne kadar dalmışım, kendimde değilmişim demek ki… diye düşündü.
Koşar adımlarla kapıya yöneldi. Kapıyı açtı; kızı Elif ile torunu Müge karşısındaydı. Kapıyı açmasıyla birlikte Müge kollarını açtı:
-Anneanne biz geldiiiik!.. diye bağırdı.
Her zaman olduğu gibi Nesrin Hanım eğilerek onu kucakladı.
-Hoş geldin kızım, dedi.
-Hoş bulduk anneciğim… Bugün biraz erken geldik. Ne oldu anlayamadım. Hem Müge, hem ben evde duramadık. Bir an önce çıkıp gelelim, dedik.
-Ya! İyi etmişsiniz. İyi ki geldiniz.
Kollarının arasındaki Müge’yi yanaklarından öptü.
-Şekerimmm… Bu kimin şekeriymişşşş! Bal, bal, bal… Bu kimin balıymışşş! diye sevmeye başladı.
Müge de anneannesinin boynuna iyice sarıldı. Onu yanaklarından öptü. Anneannesine özenerek, “m” lere bastırarak anneannesine seslendi:
-Anneannemmmm! diye sevgisine karşılık verdi. Kimin olacak, anneannemin şekeriyim.
Kızı, elindeki çantaları bir kenara bıraktı. Poşetin birini mutfağa bıraktı. Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Nesrin Hanım sabah namazında beri bu anı bekliyordu. Daha fazla dayanamazdı. Hemen gördüğü rüyayı kızına anlatmaya başladı:
-Murat’ı gördüm, kızım…
Elif, annesinin Murat’a ne kadar düşkün olduğunu bilirdi. Askere gittikten sonra bu duygusal bağlantı daha da artmıştı.
-Nerede gördün anne? Rüyanda mı gördün?
-Evet kızım, rüyamda gördüm.
Nesrin Hanım, biraz durakladı. Yutkundu. Heyecanlı, heyecanlı anlatmaya başladı:
-Çok etkilendim kızım. Çok değişik bir rüyaydı.
-Hayırdır inşallah! Anlatsana anneciğim. Meraklandırdın beni.
-Anlatacağım kızım. Sıkboğaz etme.
Nesrin Hanım, gördüğü rüyayı anlatmaya başladı. Rüyayı yeniden görüyormuş gibi heyecanlanmıştı. Nesrin Hanım, sanki odadan çıkıp rüyanın içine girmişti. Anlatırken alnında boncuk boncuk terlemeler başladı. Göğsü inip kalkmaya başladı. Rüyanın sonunda, Nesrin Hanım düş âleminden çıkıp tekrar odaya gelmişti.
Pür dikkat annesini dinleyen Elif:
-Hayırdır inşallah!.. Hayra karşı gelir inşallah, anneciğim…
-Hayır içinde ol evladım.
-Ağabeyimden haber alacağız. İzne mi gelecek acaba?
Başından beri anneannesini dikkatle dinleyen Müge:
-Dayım Irak’ta değil mi? Oradan nasıl gelecek? Onlar geri döndüler mi?
-Bilmiyoruz kızım. Sanırım dayınlar hemen dönmezler.
-Ama dayım gelmiş. Anneannem dedi.
-Rüyasına gelmiş kızım. Anneannen dayını rüyasında görmüş…
-Kızım, üzülecem mi, sevinecem mi bilemiyorum? İçimde bir sıkıntı var. Yumruk gibi duruyor. Git gide büyüyor. Haydi, hazırlan da Saniye Hanımlara gidelim. Biraz laflarız, rahatlarım.
*
Nesrin Hanım, bir gün sonra yine erken kalkmıştı. Kahvaltıdan sonra elinden düşmeyen toz beziyle oyalanıyordu. Kapı zilinin sesiyle olduğu yerde kalakaldı. Yine dalmıştı. Temizlik yapmış mıydı, yapmamış mıydı? Yoksa yeni mi başlamıştı? Bilemiyordu. Gidip kapıyı açtı. Gelen kızı Elif ile biricik torunu Müge idi.
-Nasılsın anne?
-Hoş geldiniz kızım. Biraz iyi gibiyim.
Müge sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Her zamanki gibi:
-Anneanne biz geldik… diye bağırarak anneannesinin boynuna atladı. Nesrin Hanım, her gün olduğu gibi eğilerek torununu kollarına aldı ve onu öptü. Müge de onu öptü. Anneannesindeki dalgınlığı o da fark etti.
Birlikte oturup, sağdan soldan konuşurken, Nesrin Hanım gene ara ara dalıyordu. Sebebini kendisi de bilemiyordu… Uzun bir sessizliğin ardından telefon sesiyle birlikte irkildiler. Müge bir çırpıda oturduğu yerden kalkarak telefona koştu.
- …
-Evet efendim.
-…
-Burada, tabi…
Telefonun ahizesini ağzından uzaklaştırıp anneannesine seslendi:
-Anneanne! Seni istiyorlar.
-Kimmiş yavrum?
-Askermiş galiba anneanne…
Nesrin Hanım, “hayırdır inşallah” diyerek yerinden kalkarak torununun elinden telefonu aldı.
-Alo!..
Telefondaki ses, güven verici bir ses tonuyla konuşuyordu:
-Nesrin Hanım’la mı görüşüyorum?
-Evet.
-Ben Askerlik Şubesi’nden arıyorum. Sizi ziyarete gelecektim. Evde olup olmadığınızı öğrenmek istedim.
Asker sözünü duyar duymaz, Nesrin Hanım heyecanlanmıştı. Derin derin nefes almaya başladı.
-Buyrun, evdeyim… Sizi bekliyorum…
Telefonu yerine koyarken kızı ve torunu heyecan ve merak içindeydiler.
Elif dayanamadı:
-Kimmiş anne?
-Askerlik Şubesinden aradılar.
Bu kelimeler dudaklarından dökülür gibi çıktı. Yüzünün rengi atmıştı. Sanki kendisinde değildi. Hemen yanındaki koltuğa oturdu. Kızı ise meraktan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu.
-Anne! Ne dediler?
Anne, gene kendinde olmadan konuştu:
-Buraya geleceklermiş.
Müge de meraklanmıştı:
-Neden geleceklermiş?
Müge’nin sorusu ile kimse ilgilenmedi. Nesrin Hanım, kendisinin de bilmediği bir duyguya kapılmıştı. Elif ise annesinin bu durumunu beğenmiyordu. Yoksa Murat’a bir şey mi olmuştu?
Nesrin Hanım’ın boğazı düğümleniyordu. Konuşmak istiyordu ama konuşamıyordu. Bir hüzün çökmüştü. Ağlamaklı gibiydi ama ağlamak istemiyordu. Elif annesinin hâlini beğenmiyordu. Hemen kolonya getirdi. Annesinin ellerine döktü. Annesi de ellerini ovuşturarak kolonyalı ellerini yüzüne götürdü. Serinler gibi oldu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorlardı. Zamanın içinde durmuş gibiydiler. Kapı zilinin çalmasıyla kendilerine geldiler. Elif kapıyı açtı. Kaymakam, iki subay, bir bayan doktor ve bir hemşire içeri girdi. İki asker ve bir ambulans dışarıda bekliyordu.
Grup içeri girince salona aldılar. Nesrin Hanım’ın içi içine sığmıyordu. Zorlukla:
-“Hoş geldiniz” diyebildi.
Çekinerek gelen misafirlerin yüzlerine bakıyordu. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordu. Annesinin hâlini gören Elif, misafirlere “hoş geldiniz” dedi.
Doktor Hanım Nesrin Hanım’ın yanına oturmuştu. Nesrin Hanım’ın elini tutup:
-Sizin bir tansiyonunuzu ölçeyim, dedi. Tansiyon aletini bağladı. Sonra sonuca baktı:
-Çok iyi.
Bu ara, cebinden çıkardığı iğneyi koluna yapıverdi. Nesrin Hanım, heyecandan ve içinde bulunduğu bilmezlikten fark etmedi bile.
Askerin biri pencereye büyük bir bayrak astı. Elif istemeyerek askerin bayrağı asmasını izledi. Müge de askerin yanına gelmişti.
Kaymakam, Nesrin Hanım’ı teskin edici sözler söylemeye çalıştı. Vatanın kutsallığından, askerlerin vatanlarını korumak için canla başla mücadele ettiklerini açıkladı.
Oğlunun da bu uğurda şehit olduğunu söyledi. Şehitlere öldü denmeyeceğini açıkladı. Onların yeri doğrudan Tanrı katı olduğunu söyledi.
O esnada Yüzbaşı ayağa kalktı, selam verdi. Kapıda duran askerin elindekileri aldı. Nesrin Hanım’a uzattı. Bunlar Murat’ın asker eşyaları idi. Ayrıca bir Türk bayrağı vardı. Yüzbaşının içi titriyor, kelimeler bir türlü dudaklarından çıkmıyordu. Gözleri nemlenmişti. Sonra, titrek bir sesle şunları diyebildi:
-Nesrin Hanım! Size kahraman oğlunuzun şahadet haberini vermek için buradayız. Başımız sağ olsun.
Nesrin Hanım, o an oturduğu yerde gözleri nemlendi. Sabahtan beri düşünmek istemediği sonuçla yüz yüze gelmişti. Gerçeği oğlunun asker arkadaşları bildiriyordu. Gördüğü rüyanın yorumu şimdi belli olmuştu.
Elif duyduklarına inanamamış bir hâldeydi. Bakışlarını bayrak asan askerden komutana çevirdi. Birden bir haykırma duyuldu:
-Abiciğim!...
Hıçkırıklarla dolu bu ağıt devam etti:
-Murat’ım! Kardeşim… Neredesin?
Annesinin ağlamaklı bağırması, Müge’nin de ağlamasına sebep oldu. Müge ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladı.
-Dayıcığımm… Ne oldu dayıma? Neden gelmedi?
Komutan sözlerini tamamlamıştı. Bu andaki zaman, belki de geçmek bilmeyen en uzun zaman olarak yaşandı. Komutan Nesrin Hanım’ın ellerinden öperek karşısına oturdu.
Nesrin Hanım gözlerinin nemini örtüsünün ucuyla silerek:
-Ben oğlumla övünüyorum. O en büyük rütbeyi kazandı, komutanım! O Mustafa Kemal’in ordusunun askeri Kaymakamım… O vatanını korumak için çarpıştı. Vatan hainlerine, bebek katillerine karşı çarpıştı. Ben Murat’ımla gurur duyuyorum…
Hiç kimsenin ummadığı, beklemediği bir metanetle karşılarında dimdik bir anne gördüler. Nesrin Hanım, oğlunun şahadetini Türk kadınlarındaki hassasiyet, mert ve kadere rıza gösteren duygularla karşıladı.
Komutan, cenazenin yarın sabah burada olacağını ve öğle namazından sonra cenaze töreninin yapılacağını bildirdi. Doktor Hanım ve hemşire evde kalacaktı.
Televizyon haberlerinden Murat’ın bir gün önceki çarpışmalarda şehit olduğu duyuldu. Tanıdık, tanımadık yüzlerce insan evi ziyarete geldiler. Baş sağlığı dilediler.
Belediye, evin önüne yas çadırı kurdu. Çok sayıda sandalye getirdi. Gelenler burada oturarak üzüntülerini bildirdiler. Akrabalar, yakın komşular gelenleri karşıladılar.
Aile yakınları Nesrin Hanım’ı yalnız bırakmıyordu. Doktor ve hemşire hemen yanı başında bekliyordu.
Gece bütün odaların ışığı açıldı. Belediye yas çadırı çevrense de seyyar sokak lambaları dikmişti. Her yer aydınlanmıştı.
Gelenler, gidenler birbirine karışıyordu. İnsanlar yas yerinde bulunmak, Murat’a dua etmek için koşup geliyorlardı.
Gecenin geç saatlerinde Elif’in eşi Kâmil Bey geldi. İş gezisindeydi. Haberleri duyunca gezisini yarıda keserek dönmüştü.
Gelir gelmez Nesrin Hanım’ın yanına geldi. Bir birlerini çok severlerdi. Nesrin Hanım damadını el üstünde tutar, ona saygı duyar, sevgisini her fırsatta belli ederdi.
Kâmil Bey de Nesrin Hanım’ı bir anne gibi sever, sayardı. Aralarında güzel ve samimi bir yakınlık doğmuştu.
Kâmil Bey, Nesrin Hanım’ın yanı başına oturdu. Onu teselli etmeye çalıştı. Nesrin Hanım, kendini koyuvermeden durmaya çalışıyordu. Doktor Hanım sürekli kontroldeydi.
Nesrin Hanım, sürekli tek noktaya bakıyordu. Belli ki hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ara ara oğlu Murat’ı gözlerinin önüne geliyordu. O an heyecanlanıyor, gözlerinin içi gülüyordu. Oturduğu yerde hafif kıpırdıyordu. Sonra yeniden sabit noktaya bakmaya devam ediyordu.
Salon, odalar hep doluydu. Herkes bir başka konuyu açıp konuşuyordu. Kaymakam, komutan, belediye başkanı ve diğer daire yöneticileri Nesrin Hanım’ın yanındaydılar. Bazen Kaymakam, bazen de komutan açıklamalarda bulunuyordu. Nesrin Hanım, bütün bu konuşmaları dinliyordu. Bir noktaya bakarken belki dinler görünüyordu.
Akşam yemeğinde misafirlere yemek verildi. Yemekten sonra Müftülüğün görevlendirdiği hocalar dualar okudular. Ayrıca belirli zamanlarda dua okudular.
Geç saatlere kadar oturuldu.
***
Sabah erkenden evin önü dolup taşmaya başladı. Gelenlerin çoğunun elinde bayrak vardı. Saatler ilerledikçe kalabalık artmaya başladı.
Saat 10’a doğru bir hareketlenme oldu. Cenazenin geldiği haberi duyuldu. Cenaze evin önüne geldi. Evdekiler aşağı indi.
Doktor Hanım ve hemşire son olarak Nesrin Hanım’ın kontrollerini yaptılar. Doktor bir sakinleştirici iğne daha vurdu.
Cenazenin gelmesiyle kalabalık arasında dalgalanmalar olmuştu. Nesrin Hanım kapıda göründü. Kızı ve damadı arkasındaydı.
Kaymakam, komutan ve belediye başkanı cenazenin başındaydılar.
Nesrin Hanım ağır adımlarla tabuta yaklaştı. Bayrağa sarılı tabuta sarıldı. Günlerden beri içini kemiren bilinmezliğe karşı susuyordu. Dün aldığı haberden beri de kendini kaybetmemeye çalışmaktadır.
Şimdi hasretini gidermektedir. Gözlerinden tek bir yaş düşmemişti. Bir süre öyle kaldı. Ardından kızı geldi. Kızı kendisi gibi sessiz ağlamadı. Damadı da öyle idi. Torunu Müge ise annesinin ağıdına ağlıyordu. Tabuta sarıldılar.
Komutan ve Doktor Nesrin Hanım’ı tutarak korteje aldılar. Müge, dayısının resmini taşıyacaktı. Murat’ın çerçeveli bir resmini ona verdiler. En öne getirdiler.
Askerler Murat’ın tabutunu aldılar, tören adımlarıyla yürümeye başladılar. Önde Müge vardı. Tabutun ardından da yavaş adımlarla büyük bir kalabalık geliyordu. Sıra halinde yürüyorlardı. Her sırada yirmiden fazla insan vardı. En önde Kaymakam, yanında Nesrin Hanım, yanında komutan, belediye başkanı vardı. Diğer yanda kızı ve damadı vardı.
Kalabalık, Jandarma Komutanlığı bahçesine geldi. Burada resmî tören yapılacaktı. Protokol yerini aldı. Herkes kendine bir yer bulmaya çalıştı. Müge, dayısının resmiyle en önde duruyordu. Tabutun hemen yanı başındaydı. Nesrin Hanım, Kaymakam ve Jandarma Komutanının arasında idi.
Hazırlıklar tamamlandı. Kalabalığın toplandığı anlaşılınca genç bir subay kürsüye geldi. Selam verdi. Gür ve dokunaklı sesiyle konuşmasına başladı. Murat’ın öz geçmişini okudu. Terör olayları üzerine sert sözler söyledi.
Kaymakam ve Komutan da birer konuşma yaptı. Konuşmaların heyecanlı yerlerinde kalabalık arasından terörü lanetleyen sözlerle karşılık verdiler.
Kaymakam, Nesrin Hanım’ın kulağına bir şeyler söyledi. O da başını salladı. Bir mikrofon getirdiler. Nesrin Hanım olduğu yerden düşüncelerini açıkladı. Oğlu Murat’ı yüce Tanrı’nın huzuruna uğurlamanın gururuyla sakin ve tok bir sesle konuştu:
-Ben Murat’ımın annesiyim. Yüzlerce şehidimizin annesi gibi ben de oğlumdan ayrı kaldım. O şimdi Tanrı’mın huzurunda. En yüce rütbededir. Ben oğlumu, diğer anneler gibi davul-zurna ile askere uğurladım. Benim oğlumun adı Murat’tır. Biz Murat deriz. Ama o diğerleri gibi Mustafa Kemal’in askeridir. Onun adı Mehmetçiktir. Bu vatana Mehmetçikler feda olsun.
Törenden sonra askerler tabutu omuzladılar. Bahçe dışında az bir bekleme oldu. Müge en öne geçti. Onun arkasına askerlerin omzundaki tabut. Arkasında da büyük bir kalabalık... Caddeyi dolduracak şekilde ve sıra halinde yol almaya başladılar. Ana caddeden geçerken halk ilgisiz kalmadı. Balkonlara bayraklar asıldı. Kadınlar ve çocuklar balkonlara çıktılar. Ağlayan gözlerle izlediler. Erkekler dükkânları kapattılar, evlerden çıktılar cenazeye katıldılar. Kalabalık, büyüdükçe büyüdü. Binlerce kalabalık, on binleri geçti.
Birkaç yerde dua için duruldu. Gür sesli biri kalabalığı olduğu yerde durduracak şekilde seslenir:
-Allahu ekber!
Kalabalık sesi duyunca durur. Herkes topluca bu sese katılır:
-Allahu ekber!
Ardından eller açıldı. Dualar edildi.
Ulu Cami önüne gelindiğinde öğle ezanı okunuyordu. Cenaze Musalla taşına konuldu.
Namazdan sonra binlerce insan cenaze namazını kılmak için saf aldı. Cami avlusu yetmedi. Caddeye taştı.
İmam, “er kişi niyetine” diyerek cenaze namazını kıldırdı.
Kalabalık ana caddeyi takip ederek şehitliğe doğru ilerledi. İlerledikçe katılanlar oldu. Yukardan bakıldığında bayrak denizi gibi görünüyordu. Hemen herkesin elinde bayrak vardı.
Yol boyunca slogan atıldı, tekbir getirildi:
-Kahrolsun katiller!
-Kahrolsun PKK!
-Murat bizim evladımız
Murat bizim adımız.
-Akan kanı durdurun
Anaların gözyaşlarını dindirin
-Allahu ekber, Allahu ekber,
La ilahe illallahu vallahu ekber,
Allahu ekber ve lillahil hamd.
***
Murat’ın cenazesi bayrak denizi arasında Türk bayrağına sarılı olarak ebedi yolculuğuna gidiyordu.
Ulu Cami ile şehitlik arasındaki yol “iğne atsanız yere düşmeyecek” kadar kalabalıklaştı. Şehir, şehir olalı bu kadar kalabalığı bir arada görmemişti.
İnsanlar koşa koşa cenazeye katılıyordu. Murat’ın son yolculuğunda onunla yürüyorlardı. Duasına katılmak için geliyorlardı.
Cadde boyunca insanlar yolun iki tarafında sıralanmıştı. Kadınlı erkekli Murat’ı uğurluyorlardı.
Evlerin, işyerlerinin pencerelerinden, balkonlarından binlerce kişi bakıyordu. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Hiç kimse ağlamaktan utanmıyordu. Gizlemeden, saklamadan ellerinin tersiyle veya mendilleriyle gözlerini siliyorlardı.
***
Cenaze şehitliğe geldi. Kalabalığın arka ucu daha bir kilometrelik mesafedeydi. Murat’ın bayrağa sarılı tabutu tekbirlerle şehitliğe girdi. Toprağa konurken askerler saygı atışında bulundular. Toprakla kapatılırken hocalar Kuran okumaya başladılar.
Dua okunduktan sonra insanlar hüzünlü bir şekilde şehitlikten ayrıldılar. Herkes hınç içindeydi. PKK’ye lanet yağdırıyordu. Kendi aralarında yorumlar yapıyorlardı.
***
Nesrin Hanım’ın evi hiç boş kalmadı. Günlerce doldu doldu boşaldı. Nesrin Hanım hiç yalnız kalmadı. Kendisi ile baş başa kalmadı. Kendini dinleyemedi. Kendisini teselli etmek isteyenleri sükûnet içinde dinledi. Her şeyin bir sebebi vardır, olan ve olacaklar Tanrı’dandır diyordu.
Günler hızla geçti.
Nesrin Hanım tek noktaya bakarak düşünüyordu. Bu alışkanlık olmuştu. Belki de düşünmüyordur. Sessizdi. Dalıp gidiyordu. Kapı zili çaldı. Zil sesiyle kendine geldi. Kalktı. Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Eski hareketliliği kalmamıştı. Durgundu. Kapıyı açtı. Kızı Elif gelmişti:
-Hoş geldin kızım.
-Hoş bulduk anne. Nasılsın?
-Sağ ol kızım, iyiyim.
Elif’in arkasından Müge içeri girdi:
-Anneanne! Ben geldim!
Her zaman neşeyle karşılardı. Onu kucaklar, şakalaşırlardı. Nesrin Hanım uzun zamandır torununu neşeyle karşılayamıyordu. Bu sefer de böyle yapmadı. Dizlerini büktü, üzerine oturdu:
-Hoş geldin minik kuşum! Mügem benim…
Diyerek ellerini açtı. Müge’nin elleri arkasındaydı. Nesrin Hanım Müge’yi kucakladı. Kucaklayınca arkada duran ellerinde bir şeyler olduğunu anladı.
-Gene neler yapıyorsun?
-Sana bir sürprizim var anneanneciğim!
-Neymiş o sürprizin Minik Kuşum Mügeciğim…
Müge arkasında sakladığı sürprizi gösterdi. Kafes içinde küçük bir kuş vardı. Masmavi idi. Nesrin Hanım’ın yüzünde bir gülümseme belirdi. Günler sonra ilk defa gülümsüyordu. Kafesi eline aldı. Küçücük mavi kuşa bakmaya başladı:
-Ama ben kuştan korkarım. Ben bunu elime alamam ki. Hem ben buna nasıl bakarım? Ben anlamam ki!
Elif:
-Ben dedim ama dinletemedim anneciğim.
Müge:
-Bakmana ben yardım ederim. Ben bakarım. Eline de almayacaksın ki anneanne!
-Ya ne yapacağım?
-Kuş kafeste kalacak. Dışarı çıkarırsan kaçar. Hem bu daha yavru, anneanne, korkma!
-Korkmam da, elime almaya çekinirim. Hiç denemedim. Çekinirim.
-Alışırsın anneanneciğim! Nasılsa o kafeste olacak. O büyürken, sen de ona alışırsın. Arkadaş olursunuz.
-Arkadaş!
-Evet arkadaş olursun. Sen bana “Minik Kuşum” demiyor musun?
-Evet, diyorum.
-Al sana minik kuş. Buna da minik kuş dersin.
-Sana dediğim gibi mi?
-Evet, bana dediğin gibi.
Nesrin Hanım kafesi eline aldı. Kuşa daha yakından ve dikkatle bakmaya başladı. Müge:
-Şimdi ona bir yer bulalım.
Hemen oturma odasına girer. Şöyle bir bakınır:
-Anneanne, şurası nasıl?
Nesrin Hanım içeri girer ve Müge’nin gösterdiği yere bakar. Nesrin Hanım’ın her zaman oturduğu yerin karşısıdır burası. Televizyonun da yanındadır.
-Şu sehpanın üzerine koyarız. Her zaman o sana, sen de ona bakarsın.
-Olur Minik Kuş’um, olur yavrum. Madem sen öyle istiyorsun, öyle olsun.
-Anneanne, bundan sonra “Minik Kuş” iki tane. Bana dediğin gibi bu kuşa da diyeceksin. Bak masmavi bir kuş. İstersen adı “Maviş” olsun.
-Olsun.
Müge, eliyle, yüz mimikleriyle değişik hareketler yaparak kuşu sevmeye, onunla konuşmaya başladı.
-Maviş, Maviş… Yerini beğendin mi? Bundan sonra burada kalacaksın. Anneannem sana bakacak. Ben de beraber bakacağım. Anneannemin sözünü dinleyeceksin. Onu asla üzmeyeceksin. Onu korkutmayacaksın. O, kuşlardan, kedilerden korkmaz ama çekinir. Hiç eline almamış. Ama göreceksin sana çabuk alışacak.
Maviş başını hafif sola eğerek Müge’yi dinliyordu. Sanki onun söylediklerini anlıyordu. Bazen de başını sağa eğerek bakıyordu. Müge konuştukça başını öne doğru sallıyordu. Nesrin Hanım da onları ilgiyle izliyordu.
Kızı Elif de onları izliyordu:
-Ne dersin anneciğim? Alışabilecek misin?
-Bilemiyorum kızım. Baksana, Müge benim yerime her şeyi düşünmüş.
-Evet, günlerdir bunu düşündü. Sonunda sana bir kuş almaya karar verdi. Kuş sana eğlence olur anneciğim.
***
Nesrin Hanım namazını kılıp duasını yaptı. Sessizce onu seyreden Maviş, duanın bitimiyle ötmeye başladı. Nesrin Hanım dönüp Maviş’e baktı.
-Ne diyorsun Maviş?
Maviş tekrar ötmeye başladı. Sanki Nesrin Hanım’ın kendisiyle konuşmasını istiyordu. Nesrin Hanım bunu anladı. İçine doğdu.
-Sen benimle konuşmak istiyorsun değil mi?
Sürekli başını sallayan kuş, yine başını sallayarak ötmeye başladı.
-Maviş, nasılsın? Sen benim Maviş’im oldun. Senin adın Maviş, benim adım Nesrin. Burada ikimiz birlikte yaşıyoruz. Benim de eskiden bir Mavişim vardı. Ama o mavi mavi değildi. O esmerdi. Onun adı Maviş değil, Murat’tı. Kutsal bir görev yapıyordu. O askerdi. Asker Murat.
Nesrin Hanım yerinden kalkarak masa üzerindeki Murat’ın resmini getirdi.
-Bak bu benim Murat’ım. Asker Murat’ım. Mustafa Kemal’in askeridir. Korkusuz, cesur, mert biridir.
Kuş, Nesrin Hanım’ı dinliyor gibi, başını sallıyor, arada ötüyor, ona katılıyordu.
Nesrin Hanım ilk defa uzun bir konuşma yapmıştı. Suskunluğunu bozmuştu. İlk defa oğlu hakkında konuşuyordu.
Aslında konuşmak susmaktan iyidir. İnsan konuştukça açılır. İç sıkıntısı dağılır. Kendini daha iyi hisseder.
Müge kuşu getirmekle iyi etmişti. Nesrin Hanım açısından çok faydalı olacaktı. Birkaç gün sonra ona alışmış, konuşmaya başlamıştı. Hiç kimseye söyleyemediklerini kuşa anlatıyordu. Kuştan çekiniyordu. Şimdiye kadar hiç eline almamıştı. Ellememişti de… Çekingenliği bundandı. Yoksa korku değildi.
Önceleri bir kuş görse, dönüp bakmazdı. Ama şimdi ona alışmaya başladı. Ondan çekinmeyeceğini hissediyordu. Fakat yine de elini süremiyordu. Hâlâ tereddüt ediyordu.
Günler böyle geçiyordu. Müge ve annesi her zamanki gibi Nesrin Hanım’ı ziyaret ediyorlardı. Elif annesine yardım ediyor, onunla konuşarak dertleşiyordu. Müge ise her zamanki gibi anneannesinin neşesi olmaya devam ediyordu. Nesrin Hanım eskisi gibi neşelenmese de, Müge’ye karşılık vermese de o tatlı dilli, sevimli mimikleriyle konuşmasını sürdürüyordu.
Yine bir geldiklerinde Müge hemen kuşun yanına koştu.
-Maviiiii, Mavişşşş! Nasılsın güzelimmm! Bak ben geldim. Müge geldi. Seni sevmeye geldi.
Müge hemen Maviş’in suyunu değişti. Yemlerini tazeledi. Eliyle okşadı, ona tatlı sözler söyledi.
Annesi:
-Baksana, Maviş’i çok seviyor. Buraya gelince neşesi artıyor.
-Sevsin kızım, sevsin.
-Sen neler yaptın? Kuşa alıştın değil mi?
-Alışmaya çalışıyorum. Biliyorsun ben kuşu, kediyi ellemedim. Çekiniyorum.
-Alışırsın anne!
-Bilemiyorum kızım. Nasıl olacak, ne zaman olacak? Olacak mı olmayacak mı? Onu da bilmiyorum.
-Ben inanıyorum. Sen ona alışacaksın. Hem baksana senin başyardımcın Müge olduktan sonra sen alışırsın.
-Kısmet kızım.
O esnada Müge balkon kapısını kapadı. Pencereleri kontrol etti. Maviş’in kafes kapısını açarak elini içeri soktu. Maviş’i yakaladı ve dışarı çıkardı.
Müge, Maviş’i ellerinin arasına almıştı.
-Anne, anneanne, bakın!
Elif ile Nesrin Hanım zaten onu izliyordu. Müge, avucunun içindeki Maviş’i severek, öperek anne ve anneannesinin yanına geldi.
-Anneanne, bak, Maviş ne kadar tatlı.
İki elinin arasındaki kuşu gösteriyordu. Parmaklarını az araladı.
-Haydi ellesene!
Maviş’i anneannesine uzattı. Nesrin Hanım biraz tereddüt etti. Oturduğu yerde geri çekilir gibi yaptı.
-Yapma kızım, anneannen ellemez.
-Sen karışma anne, elleyebilir. Ben küçücük çocuğum elliyorum. O kocaman kadın, tabii ki elleyebilir.
Nesrin Hanım, anne-kız arasına girdi:
-Durun çocuklar.
-Haydi anneanneciğim, okşasana. Eline almayacaksın. Sadece tüylerini okşayacaksın. Haydi yapabilirsin. Ne olursun anneanne. Kuşcağız seni hissetsin.
Nesrin Hanım, Müge’nin ısrarlarına daha fazla dayanamadı. Elini istemeyerek uzattı. Maviş’in sırtını elledi. Ellerken beraber elini kaldırdı. Sonra yeniden denedi. Sırtını sıvazlamaya başladı.
-Tamam anneanne, oluyor. Bak elledin, bir şey olmadı.
Müge, avucunu açtı. Maviş hemen uçtu. Nesrin Hanım:
-A! Uçtu.
Elif:
-Kızım neden bıraktın?
-O da canlı. Harekete ihtiyacı var. Biz nasıl yürüyorsak, o da uçacak. Bırakalım kendince uçsun.
Maviş, hemen havalandı. Tavan hizasında bir, iki tur attı. Dolaştı. Televizyonun üzerine kondu. Sonra bir daha uçtu. Odayı yeniden dolaştı. Kafesinin üzerine kondu. Yeniden havalanarak Müge’nin omzuna kondu.
Nesrin Hanım:
-A! Müge, omzuna kondu.
-Senin de omzuna konabilir anneanne. Hazırlıklı ol.
-Ayy! Şaka yapma.
Elif:
-Şaka değil anne. Konabilir. Hem ellerine almayacaksın. Elbisenin üzerinde duracak.
Sanki öğretlenmiş gibi Maviş havalanarak Nesrin Hanım’ın omuzlarına kondu. Nesrin Hanım bir an şaşaladı. Ne yapacağını bilemedi.
-Ay! Kondu. Alın şunu.
Müge:
-Bir dakika anneanne! Bir bak, ne oldu? Ayağı mı battı. Isırdı mı? Ne oldu.
-Bir şey olmadı Müge! Olmadı da ben huzursuz oldum.
Elif:
-Olma anne. Unut onu. Haberin yokmuş gibi davran.
-Sen bir de bana sor.
Maviş, Nesrin Hanım’ın omzunda ötmeye başladı. Saçlarını didiklemeye başladı. Eğilip yüzüne bakıyordu. Sağ omzundan sol omzuna geçti. Havalandı, başına kondu.
Müge:
-Gördün mü anneanne, seni pek sevdi.
-Hı, belli.
Elif, Maviş’e sessizce yaklaştı ve yakaladı. Avuçlarının arasındaki kuşu sevdi.
-Anne baksana, hiçbir zararı yok zavallının. Mini minicik… İstersen avuçlarını aç. Bir dene.
Nesrin Hanım ister istemez ellerini açtı. Kızı Elif Maviş’i yavaşça annesinin elleri arasına koydu. Nesrin Hanım, Maviş’in ayakuçları ellerine değerken beraber iki elini açarak kaçırdı. Maviş bir anda havalandı ve havada bir tur atarak kafesin üzerine kondu.
Müge:
-Ne oldu anneanne?
Elif:
-Neden tutmadın anne?
Nesrin Hanım:
-Beni sıkıştırmayın. Hemen olmayacağını siz de biliyorsunuz.
Müge:
-Tamam, alışacağına inanıyorum, sen bunu yaparsın anneanne.
Elif:
-Evet anne. Sen bunu yapabilirsin.
Müge kafese gidip Maviş’i severek çağırdı. Elini uzattı. Müge, Maviş’i o kadar tatlı çağırıyordu ki, imrenmemek elde değildi. Bu tatlı sözlere Maviş de dayanamadı. Müge’nin uzattığı eline kondu. Müge de alarak anneannesine getirdi.
Nesrin Hanım yeniden avuçlarını açtı. Müge, kendi ellerini anneannesinin elleri içine koydu. Kuşu önce bırakmadı. İki elinin alt kısmını hafif şekilde açtı. Maviş, açılan yerden can havliyle çırpınarak kendini aşağı bıraktı. Maviş’in vücudu Müge’nin avucundayken, ayakları Nesrin Hanım’ın avuçlarına değiyordu. Elif de durumu izliyordu. O da ellerini annesinin ve kızının ellerinin saracak şekilde tuttu.
-Anne, neler hissediyorsun?
-Çekindiğimi biliyorsun.
-Şimdi nasıl?
-Gıdıklanıyorum. Ayakları elime batıyor.
Müge:
-Alıştın demek anneanne.
Müge ellerini yavaş yavaş araladı. Maviş’i anneannesinin avucu içine bıraktı. Nesrin Hanım da Maviş’i iki eli arasında tutmaya devam etti. Bu bir mucize gibiydi. Nesrin Hanım’ın bu kadar uzun süre bir kuşu avucunda tuttuğu görülmemişti.
-Alın artık şunu. Bu kadar yetmez mi?
Elif:
-Tamam anne, bu kadar yeter.
Nesrin Hanım yavaş yavaş avuçlarını açmaya başladı. Avuç işlerinde sıkılan Maviş, bir kanat çırpışıyla havalandı. Tavan çevresini turlayarak uçtu. Kanepenin arkalığına kondu. Öterek etrafını seyretti.
-Maviş, Maviş, gel canım. Gel!
Maviş’i çağıran Müge, elini uzattı. Maviş onun uzattığı elinin üzerine kondu. Bu, anne ve kızı şaşırttı.
-Ne güzel.
Dediler.
Müge, Maviş’i öperek okşadı. Onu seven sözler söylüyordu. Onu okşaya okşaya kafesine götürdü. Kapağı örttüğü zaman büyük mutluluk duydu. Maviş de ona teşekkürlerini bildirircesine ötüyordu.
Anne kız Nesrin Hanım’a veda ederek evlerine gittiler.
Nesrin Hanım, kapıyı kapatınca doğruca Maviş’in yanına geldi. Sehpanın önüne çömeldi. Dirseklerini dizlerine dayayarak avuçlarıyla yüzünü avuçladı. Uzun uzun Maviş’i seyretti.
-Maviş!
Bu sesleniş biraz donuktu. İçtenlik katamamıştı. Bunu kendisi de fark etti. Bir daha denemeye çalıştı.
-Maviş!
Bu sefer biraz daha candan söylemişti.
***
Her zaman olduğu gibi erken kalkan Nesrin Hanım, işlerini bitirdikten sonra oturma odasına geldi. Maviş’in karşısına geçti. Yine uzun uzun onu izledi. Dün olanları düşündü. Ellerinin arasında tutmasına şaştı.
-Müge gibi sevmek gerek, diye düşündü. Bu yavrucak da kimsesizdi. Benim gibi yalnız. Yalnızlığımızı birleştirelim. Birbirimize arkadaş olalım.
Nesrin Hanım’ın bu düşünceleri, yeni bir duygu idi. Nesrin Hanım için yeni günler başlıyordu.
-Mavişşş!
Bu her zamankinden daha içten söylendi.
-Maviş, canım!
Nesrin Hanım, kafesin kapağını hafifçe açtı. Elini içeri soktu. Böylece kapıyı kapatmış oldu. Parmaklarını içerde dolaştırdı. Maviş’e doğru uzattı. Bir iki denemeden sonra Maviş’i elleyebildi. Biraz sonra avucuna aldı. Maviş ötüyor, avucuna gelmeye de itiraz etmiyordu.
Nesrin Hanım kendine şaşmıştı. Nasıl cesaret edebilmişti. Evet, işte kuşu ellemiş, avucuna almıştı. Demek olabiliyordu.
Pencerelere baktı, balkon kapısına baktı. Kapalıydılar. Maviş’i avucuna aldı. Fazla sıkmadan tutarak dışarı çıkardı. İki elinin arasındaki Maviş’e daha yakından baktı. Kalp atışlarını hissediyordu.
-Senin de bir kalbin var.
Avuçlarının üst kısmını daha açık bırakmıştı. Maviş buradan başını çıkarmıştı. Kaldırdı ve yüzüne yaklaştırdı. Göz göze bakıştılar. Maviş arada öterek bir şeyler diyordu.
-Ne diyorsun Maviş? Yerinden memnun değil misin? Fazla sıkmıyorum seni. Acıtmıyorum değil mi? Maviş’im! Arkadaşım!
Nesrin Hanım ellerini yavaşça araladı. Maviş hafifçe kanatlarını çırptı. Sonra havalandı. Havada bir tur attıktan sonra kafesin üzerine kondu. Hem uçuyor hem ötüyordu. Nesrin Hanım da onu takip ediyordu.
Az sonra kapı zili çaldı. Nesrin Hanım oda kapısını kapatarak kapıya baktı. Gelenler her zaman olduğu gibi kızı Elif ve torunu Müge idi. Nesrin Hanım güler yüzle karşıladı. Sarılarak hatır sordular:
-Hoş geldin kızım.
-Hoş buldum anne. Nasılsın?
-Sağol kızım iyiyim, sen nasılsın?
-Ben de iyiyim anne, teşekkür ederim.
Nesrin Hanım eğilerek kollarını açtı:
-Hoş geldin Minik kuşum! Müge’m benim…
Nesrin Hanım uzun zamandır kızını ve özellikle torununu böyle karşılamamıştı. Nesrin Hanım, eski neşesini, sevincini yaşıyordu.
Müge:
-Hoş bulduk anneanneciğim. Seni böyle neşeli görmek bizim için sevinç kaynağıdır.
-Ben her zaman böyleyim kızım.
-Evet şimdi böylesin ve ben çok mutluyum.
Hep birlikte odaya girerler. Nesrin Hanım oda kapısını dikkatlice açar.
-Gelin çocuklar, Maviş dışarıda, dikkatli olun.
Maviş kafesin üzerinde duruyordu. Gelenlere dikkatlice baktı. Sanki sevincini bildirir gibi ötmeye başladı. Havalanarak oda içinde uçmaya başladı. Müge’nin omzuna kondu. Müge Maviş’i eline alarak sevdi. Öptü, okşadı. Kuşu serbest bıraktı. Maviş havada birkaç tur döndü. Kafesinin üzerine kondu. Sonra Elif’in omzuna kondu. Burada fazla kalmadı. Tekrar Müge’nin başına kondu. Buradan da Nesrin Hanım’ın omzuna kondu. Saçlarıyla oynadı. Nesrin Hanım elini uzattı. Maviş, Nesrin Hanım’ın eline sıçradı. Nesrin Hanım gayet olağan bir davranışla kuşun konmasına izin verdi. Hiçbir tepki vermedi. Müge, gözlerini açtı, olanları seyretti:
-Harikasın anneanne!
Diye haykırdı.
Anne kız gülümsediler. Elif:
-Evet anne, gerçekten büyük değişim.
Hep birlikte oturdular. Maviş hâlâ Nesrin Hanım’ın elinde idi. Nesrin Hanım ağır ağır konuşmaya başladı. Kelimeleri seçercesine konuşuyordu:
-Yavrularım. Her şey Allah’ın takdiridir. Yüce Yaradan nasıl takdir buyurursa öyle olur. Bizim için böyle uygun gördü. Hayata küsmek olmaz. Yaşadığımız acı olayın etkisinden kurtulamadık. Etkilenmemek mümkün mü? Bebek katilleri, öğretmen katilleri şimdi oğlumun da katili oldular. Acısı hepimizin içinde. Derler ya, “ateş düştüğü yeri yakar”, çok doğru bir söz. İçimiz yanıyor. Ama hayata da küsmemek gerekiyor. Müge bana bir ışık gösterdi. Maviş’i getirdi. Ben kuşlardan çekinirken, elime alamazken, ben onu sevdim. Müge onu bana sevdirdi. Sevgi olmazsa hayat olmaz. Hayata bağlanamazsınız. İşte Maviş’le ben de hayata bağlandım.
Çocuklar hiçbir zaman unutmayınız: İnsan sevgiyle yaşar.
İnsan bir an olsun şaşırıyor. Her yer karanlık. Karanlığın içinde hiçbir belirti yok. Karanlık adeta sizi alıp kendisine çekiyor. Koyu bir durgunluk var. Helezonlar şeklinde bir göz yanılması sizi karanlığın içine mi çekiyor? Yoksa tam tersine, dışarıya mı atıyor bilemezsiniz.
Nesrin Hanım bir anda kendisini bu sonsuz karanlığın içinde bulur. Bakıyor ama bir şey göremiyor. Görmek için göz kapaklarını biraz daha açıyor, gözlerini ovuşturuyor. Sanki hemen karşısına biri çıkacakmış gibi bir his var. Gidiyor, gidiyor, ama sanki hiç gitmemiş de yerinde duruyor gibi. Nesrin Hanım ilerledikçe koyu siyah karanlık, rengini açıyor gibi, gümüş rengine dönüyor gibi oluyordu.
Çok uzaklarda bir noktada bir ışık belirir gibi oldu. Nesrin Hanım gözlerini bir daha ovuşturdu. Göz aldanması mıydı, yoksa gerçekten bir ışık var mıydı?
Evet, evet bir ışık vardı orada. Ama çok uzaklarda bir nokta şeklindeydi. Nesrin Hanım duraladı. Olduğu yerde durdu. Şimdi içten dışa veya dışardan içeriye kendisini götüren göz aldanmaları da kesilmişti. Her şey daha net görünüyordu. O kopkoyu karanlığın içindeki ışık, bir toplu iğne başı büyüklüğündeydi. Bu ışık, gitgide daha belirgin olmaya başladı. O nokta gibi ışık büyüyerek Nesrin Hanım’ın yanına doğru yaklaşıyordu. Öyle bir an geldi ki, ışığın içinde biri olduğunu fark etti. Nesrin Hanım heyecanlandı. Hemen aklına oğlu geldi. Oğlu Murat olmalıydı bu.
Nesrin Hanım önce heyecanla korkunun verdiği bir duygu içindeydi. Çünkü o küçük bir nokta şeklindeki ışığın giderek büyümesi onda bu duyguları yaşattı. Ancak şimdi daha değişik bir heyecanın içindeydi. Işık içindeki kişinin oğlu Murat olduğunu hissetmesi, aklına gelivermesi, onu rahatlatmıştı.
Şimdi korkmuyordu. Ama emindi. Bu Murat’tı. Evet, evet oydu. Karanlığın içinde beliren ışık içindeki kişi tam olarak belirgin hale geldi. Bu biricik oğlu Murat’tı. Asker oğlu Murat, “Mehmetçik” oğlu Murat…
-Anne! Anne! Anne! Bak ben geldim.
Nesrin Hanım hislerinde yanılmamıştı. Hasreti gözünde tüten oğlu karşısındaydı…
Elinde silahı, asker elbisesi, dimdik duruyordu… Gülen yüzü parlaktı. Sanki bir nur parçası gibi aydınlatıyordu… Nesrin Hanım oğluna baktıkça huzur buluyor, içi rahatlıyordu. Bilmediği, kavrayamadığı duygularla karşı karşıyaydı… Hem üzüleceğini hissetti, hem oğlunu görmenin, oğluna kavuşmanın heyecanıyla seviniyordu. Bağırıp haykırmak istiyordu. Bağırdı… Dudaklarından dökülen sesin şiddetini ölçemedi… Bağırmasına rağmen sessiz bir çağırış gibi geldi:
-Oğlumm! Oğlummm! Oğlummmm! Buradayımmm! Gel! Kucaklayayım seni… Doya, doya kucaklayayım seni…
Bir an bir durgunluk oldu. Murat, geldiği gibi gitti… Göründüğü gibi kayboldu… Gittikçe parlayan ışık, yine aynı şekilde kaybolmaya, kararmaya başladı…
Şimdi gene her yer karanlık olmuştu… Nesrin Hanım kapkaranlık bir boşlukta kalmıştı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi…
Nesrin Hanım büyük bir telaş ve heyecan ile uyandı. Sıkıntı içindeydi. Ter içinde kalmıştı. Yatağın içinde doğruldu. Elinin tersiyle alnını silerken:
-Hayırdır inşallah! dedi. Oğlummm! Oğlumu gördüm. Bana geldi… Bana geldi…
Yatağından kalktı, lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Derin bir nefes aldı… Dışarıya baktı, henüz aydınlanmamıştı. Oturma odasına geçti. Sürekli dua ediyordu. Gördüğü rüyanın hayırlı olmasını diliyordu. Fazla oturamadı. Kalktı, lavaboya gitti; abdest aldı. Sonra kitaplığın üst rafındaki ilk kitabı aldı. Oturma odasına gitti. Kitabı elinde sıkı sıkı tutuyordu. Bir süre böyle oturdu… Sonra, başörtüsünü düzeltti. Çenesinin altındaki düğümü yeniden sıkıştırdı. Kitaptaki kırmızı kurdelenin sayfalar arasındaki ucunu buldu. O sayfayı açtı. Sevinmesi mi gerekiyordu, üzülmesi mi? Bir türlü bilemiyordu… Bu karışık duygular içinde okumaya başladı:
-Bismillahirrahmanirrahim.
Nesrin Hanım Kuran-ı Kerim kitabını açmıştı. Okumaya başladı. Gözü kitaptaydı, aklı ise oğlunda… Ne kadar okuduğunu, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadı… Sabah ezanı okunmaya başladı… Nesrin Hanım Kuran okumasını bitirdi. Kitabı kapattı. Ellerini açarak dua etti. Ellerini yüzüne sürdü. Bir süre öyle tuttu.
Kuran-ı Kerim’i kitaplıktaki yerine itinayla yerleştirdi. İçeriden namazlağısını alarak oturma odasına geçti. Sabah namazını kıldı. Namazdan sonra kalkmadı. Uzun süre dua etti. Sonra tespihini alarak çekmeye başladı.
Nesrin Hanım, kahvaltısını hazırlayıp masaya oturdu. Dalgın dalgın çayını yudumlamaya başladı.
Nesrin Hanım 48 yaşındaydı. Tek başına kalıyordu. Eşini üç sene önce kaybetmişti. Onun yokluğuna, güler yüzlü oğlu Murat’ın varlığıyla alışmıştı. Oğluyla birlikte yaşamaya başlamıştı. Onu askere gönderince, tekrar yalnız kalmıştı. Bir de kızı vardı. Onun altı yaşında bir kızı vardı. Evleri yakındı. Her gün gelerek, annesinin yalnızlığını gideriyordu. Onun dert ortağı oluyordu. Hele torunu Müge bambaşkaydı. Sanki büyümüş de küçülmüş gibiydi. Nesrin Hanım’ın bütün sıkıntılarını, üzüntülerini unutmasında ilaç gibiydi. Güler yüzü, konuşmaları, anneannesiyle ilgilenmesi, afacanlığı ile her zaman aranan biriydi. Nesrin Hanım, torunu Müge’yi çok seviyordu.
-Minik kuşum, biriciğim!
Diye severdi.
Kahvaltısını yaparken, bir ara kızını arayıp çağırmak istedi. Sonra vazgeçti. Bir ara telefonu kaldırıp, numaraların 3-4 tanesini çevirmişti ki, ahizeyi yerine koydu.
-Nasıl olsa birazdan gelecek… Durduk yere telaşlandırmayayım… diye düşündü.
Kahvaltı masasını topladıktan sonra oturma odasına geçti. Televizyon izlemeye başladı.
Dalgınlığını üzerinden atamamıştı. Yine telefonun başına gitti. Gayriihtiyarî numaraları çevirmeye başladı. Sonra vazgeçerek ahizeyi bıraktı.
-Yok… yok… Nasılsa gelmek üzeredir…
Yine kızını arıyordu, vazgeçti. Tekrar televizyonun karşısına oturdu. Dalgın dalgın bakmaya başladı. Zaman geçmiyordu. Kapı zili bir türlü çalmıyordu. Kalktı, bulaşıkları yıkadı. Elinde bir nemli bez, masaların, büfenin tozunu almaya başladı.
Nesrin Hanım, her gün yaptığı gibi kendini temizliğe kaptırdı. Bunu her sabah alışkanlık haline getirmişti. Eşini kaybettikten sonra alışmıştı. Kendisine bir meşguliyet oluyordu. Toz alma, yerleri silme, Müge’nin dağıttıklarını toparlamak onun en büyük uğraşısı olmuştu.
Nesrin Hanım kapı ziliyle irkildi. Kendine geldi.
-Ne kadar dalmışım, kendimde değilmişim demek ki… diye düşündü.
Koşar adımlarla kapıya yöneldi. Kapıyı açtı; kızı Elif ile torunu Müge karşısındaydı. Kapıyı açmasıyla birlikte Müge kollarını açtı:
-Anneanne biz geldiiiik!.. diye bağırdı.
Her zaman olduğu gibi Nesrin Hanım eğilerek onu kucakladı.
-Hoş geldin kızım, dedi.
-Hoş bulduk anneciğim… Bugün biraz erken geldik. Ne oldu anlayamadım. Hem Müge, hem ben evde duramadık. Bir an önce çıkıp gelelim, dedik.
-Ya! İyi etmişsiniz. İyi ki geldiniz.
Kollarının arasındaki Müge’yi yanaklarından öptü.
-Şekerimmm… Bu kimin şekeriymişşşş! Bal, bal, bal… Bu kimin balıymışşş! diye sevmeye başladı.
Müge de anneannesinin boynuna iyice sarıldı. Onu yanaklarından öptü. Anneannesine özenerek, “m” lere bastırarak anneannesine seslendi:
-Anneannemmmm! diye sevgisine karşılık verdi. Kimin olacak, anneannemin şekeriyim.
Kızı, elindeki çantaları bir kenara bıraktı. Poşetin birini mutfağa bıraktı. Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Nesrin Hanım sabah namazında beri bu anı bekliyordu. Daha fazla dayanamazdı. Hemen gördüğü rüyayı kızına anlatmaya başladı:
-Murat’ı gördüm, kızım…
Elif, annesinin Murat’a ne kadar düşkün olduğunu bilirdi. Askere gittikten sonra bu duygusal bağlantı daha da artmıştı.
-Nerede gördün anne? Rüyanda mı gördün?
-Evet kızım, rüyamda gördüm.
Nesrin Hanım, biraz durakladı. Yutkundu. Heyecanlı, heyecanlı anlatmaya başladı:
-Çok etkilendim kızım. Çok değişik bir rüyaydı.
-Hayırdır inşallah! Anlatsana anneciğim. Meraklandırdın beni.
-Anlatacağım kızım. Sıkboğaz etme.
Nesrin Hanım, gördüğü rüyayı anlatmaya başladı. Rüyayı yeniden görüyormuş gibi heyecanlanmıştı. Nesrin Hanım, sanki odadan çıkıp rüyanın içine girmişti. Anlatırken alnında boncuk boncuk terlemeler başladı. Göğsü inip kalkmaya başladı. Rüyanın sonunda, Nesrin Hanım düş âleminden çıkıp tekrar odaya gelmişti.
Pür dikkat annesini dinleyen Elif:
-Hayırdır inşallah!.. Hayra karşı gelir inşallah, anneciğim…
-Hayır içinde ol evladım.
-Ağabeyimden haber alacağız. İzne mi gelecek acaba?
Başından beri anneannesini dikkatle dinleyen Müge:
-Dayım Irak’ta değil mi? Oradan nasıl gelecek? Onlar geri döndüler mi?
-Bilmiyoruz kızım. Sanırım dayınlar hemen dönmezler.
-Ama dayım gelmiş. Anneannem dedi.
-Rüyasına gelmiş kızım. Anneannen dayını rüyasında görmüş…
-Kızım, üzülecem mi, sevinecem mi bilemiyorum? İçimde bir sıkıntı var. Yumruk gibi duruyor. Git gide büyüyor. Haydi, hazırlan da Saniye Hanımlara gidelim. Biraz laflarız, rahatlarım.
*
Nesrin Hanım, bir gün sonra yine erken kalkmıştı. Kahvaltıdan sonra elinden düşmeyen toz beziyle oyalanıyordu. Kapı zilinin sesiyle olduğu yerde kalakaldı. Yine dalmıştı. Temizlik yapmış mıydı, yapmamış mıydı? Yoksa yeni mi başlamıştı? Bilemiyordu. Gidip kapıyı açtı. Gelen kızı Elif ile biricik torunu Müge idi.
-Nasılsın anne?
-Hoş geldiniz kızım. Biraz iyi gibiyim.
Müge sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Her zamanki gibi:
-Anneanne biz geldik… diye bağırarak anneannesinin boynuna atladı. Nesrin Hanım, her gün olduğu gibi eğilerek torununu kollarına aldı ve onu öptü. Müge de onu öptü. Anneannesindeki dalgınlığı o da fark etti.
Birlikte oturup, sağdan soldan konuşurken, Nesrin Hanım gene ara ara dalıyordu. Sebebini kendisi de bilemiyordu… Uzun bir sessizliğin ardından telefon sesiyle birlikte irkildiler. Müge bir çırpıda oturduğu yerden kalkarak telefona koştu.
- …
-Evet efendim.
-…
-Burada, tabi…
Telefonun ahizesini ağzından uzaklaştırıp anneannesine seslendi:
-Anneanne! Seni istiyorlar.
-Kimmiş yavrum?
-Askermiş galiba anneanne…
Nesrin Hanım, “hayırdır inşallah” diyerek yerinden kalkarak torununun elinden telefonu aldı.
-Alo!..
Telefondaki ses, güven verici bir ses tonuyla konuşuyordu:
-Nesrin Hanım’la mı görüşüyorum?
-Evet.
-Ben Askerlik Şubesi’nden arıyorum. Sizi ziyarete gelecektim. Evde olup olmadığınızı öğrenmek istedim.
Asker sözünü duyar duymaz, Nesrin Hanım heyecanlanmıştı. Derin derin nefes almaya başladı.
-Buyrun, evdeyim… Sizi bekliyorum…
Telefonu yerine koyarken kızı ve torunu heyecan ve merak içindeydiler.
Elif dayanamadı:
-Kimmiş anne?
-Askerlik Şubesinden aradılar.
Bu kelimeler dudaklarından dökülür gibi çıktı. Yüzünün rengi atmıştı. Sanki kendisinde değildi. Hemen yanındaki koltuğa oturdu. Kızı ise meraktan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu.
-Anne! Ne dediler?
Anne, gene kendinde olmadan konuştu:
-Buraya geleceklermiş.
Müge de meraklanmıştı:
-Neden geleceklermiş?
Müge’nin sorusu ile kimse ilgilenmedi. Nesrin Hanım, kendisinin de bilmediği bir duyguya kapılmıştı. Elif ise annesinin bu durumunu beğenmiyordu. Yoksa Murat’a bir şey mi olmuştu?
Nesrin Hanım’ın boğazı düğümleniyordu. Konuşmak istiyordu ama konuşamıyordu. Bir hüzün çökmüştü. Ağlamaklı gibiydi ama ağlamak istemiyordu. Elif annesinin hâlini beğenmiyordu. Hemen kolonya getirdi. Annesinin ellerine döktü. Annesi de ellerini ovuşturarak kolonyalı ellerini yüzüne götürdü. Serinler gibi oldu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorlardı. Zamanın içinde durmuş gibiydiler. Kapı zilinin çalmasıyla kendilerine geldiler. Elif kapıyı açtı. Kaymakam, iki subay, bir bayan doktor ve bir hemşire içeri girdi. İki asker ve bir ambulans dışarıda bekliyordu.
Grup içeri girince salona aldılar. Nesrin Hanım’ın içi içine sığmıyordu. Zorlukla:
-“Hoş geldiniz” diyebildi.
Çekinerek gelen misafirlerin yüzlerine bakıyordu. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordu. Annesinin hâlini gören Elif, misafirlere “hoş geldiniz” dedi.
Doktor Hanım Nesrin Hanım’ın yanına oturmuştu. Nesrin Hanım’ın elini tutup:
-Sizin bir tansiyonunuzu ölçeyim, dedi. Tansiyon aletini bağladı. Sonra sonuca baktı:
-Çok iyi.
Bu ara, cebinden çıkardığı iğneyi koluna yapıverdi. Nesrin Hanım, heyecandan ve içinde bulunduğu bilmezlikten fark etmedi bile.
Askerin biri pencereye büyük bir bayrak astı. Elif istemeyerek askerin bayrağı asmasını izledi. Müge de askerin yanına gelmişti.
Kaymakam, Nesrin Hanım’ı teskin edici sözler söylemeye çalıştı. Vatanın kutsallığından, askerlerin vatanlarını korumak için canla başla mücadele ettiklerini açıkladı.
Oğlunun da bu uğurda şehit olduğunu söyledi. Şehitlere öldü denmeyeceğini açıkladı. Onların yeri doğrudan Tanrı katı olduğunu söyledi.
O esnada Yüzbaşı ayağa kalktı, selam verdi. Kapıda duran askerin elindekileri aldı. Nesrin Hanım’a uzattı. Bunlar Murat’ın asker eşyaları idi. Ayrıca bir Türk bayrağı vardı. Yüzbaşının içi titriyor, kelimeler bir türlü dudaklarından çıkmıyordu. Gözleri nemlenmişti. Sonra, titrek bir sesle şunları diyebildi:
-Nesrin Hanım! Size kahraman oğlunuzun şahadet haberini vermek için buradayız. Başımız sağ olsun.
Nesrin Hanım, o an oturduğu yerde gözleri nemlendi. Sabahtan beri düşünmek istemediği sonuçla yüz yüze gelmişti. Gerçeği oğlunun asker arkadaşları bildiriyordu. Gördüğü rüyanın yorumu şimdi belli olmuştu.
Elif duyduklarına inanamamış bir hâldeydi. Bakışlarını bayrak asan askerden komutana çevirdi. Birden bir haykırma duyuldu:
-Abiciğim!...
Hıçkırıklarla dolu bu ağıt devam etti:
-Murat’ım! Kardeşim… Neredesin?
Annesinin ağlamaklı bağırması, Müge’nin de ağlamasına sebep oldu. Müge ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladı.
-Dayıcığımm… Ne oldu dayıma? Neden gelmedi?
Komutan sözlerini tamamlamıştı. Bu andaki zaman, belki de geçmek bilmeyen en uzun zaman olarak yaşandı. Komutan Nesrin Hanım’ın ellerinden öperek karşısına oturdu.
Nesrin Hanım gözlerinin nemini örtüsünün ucuyla silerek:
-Ben oğlumla övünüyorum. O en büyük rütbeyi kazandı, komutanım! O Mustafa Kemal’in ordusunun askeri Kaymakamım… O vatanını korumak için çarpıştı. Vatan hainlerine, bebek katillerine karşı çarpıştı. Ben Murat’ımla gurur duyuyorum…
Hiç kimsenin ummadığı, beklemediği bir metanetle karşılarında dimdik bir anne gördüler. Nesrin Hanım, oğlunun şahadetini Türk kadınlarındaki hassasiyet, mert ve kadere rıza gösteren duygularla karşıladı.
Komutan, cenazenin yarın sabah burada olacağını ve öğle namazından sonra cenaze töreninin yapılacağını bildirdi. Doktor Hanım ve hemşire evde kalacaktı.
Televizyon haberlerinden Murat’ın bir gün önceki çarpışmalarda şehit olduğu duyuldu. Tanıdık, tanımadık yüzlerce insan evi ziyarete geldiler. Baş sağlığı dilediler.
Belediye, evin önüne yas çadırı kurdu. Çok sayıda sandalye getirdi. Gelenler burada oturarak üzüntülerini bildirdiler. Akrabalar, yakın komşular gelenleri karşıladılar.
Aile yakınları Nesrin Hanım’ı yalnız bırakmıyordu. Doktor ve hemşire hemen yanı başında bekliyordu.
Gece bütün odaların ışığı açıldı. Belediye yas çadırı çevrense de seyyar sokak lambaları dikmişti. Her yer aydınlanmıştı.
Gelenler, gidenler birbirine karışıyordu. İnsanlar yas yerinde bulunmak, Murat’a dua etmek için koşup geliyorlardı.
Gecenin geç saatlerinde Elif’in eşi Kâmil Bey geldi. İş gezisindeydi. Haberleri duyunca gezisini yarıda keserek dönmüştü.
Gelir gelmez Nesrin Hanım’ın yanına geldi. Bir birlerini çok severlerdi. Nesrin Hanım damadını el üstünde tutar, ona saygı duyar, sevgisini her fırsatta belli ederdi.
Kâmil Bey de Nesrin Hanım’ı bir anne gibi sever, sayardı. Aralarında güzel ve samimi bir yakınlık doğmuştu.
Kâmil Bey, Nesrin Hanım’ın yanı başına oturdu. Onu teselli etmeye çalıştı. Nesrin Hanım, kendini koyuvermeden durmaya çalışıyordu. Doktor Hanım sürekli kontroldeydi.
Nesrin Hanım, sürekli tek noktaya bakıyordu. Belli ki hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ara ara oğlu Murat’ı gözlerinin önüne geliyordu. O an heyecanlanıyor, gözlerinin içi gülüyordu. Oturduğu yerde hafif kıpırdıyordu. Sonra yeniden sabit noktaya bakmaya devam ediyordu.
Salon, odalar hep doluydu. Herkes bir başka konuyu açıp konuşuyordu. Kaymakam, komutan, belediye başkanı ve diğer daire yöneticileri Nesrin Hanım’ın yanındaydılar. Bazen Kaymakam, bazen de komutan açıklamalarda bulunuyordu. Nesrin Hanım, bütün bu konuşmaları dinliyordu. Bir noktaya bakarken belki dinler görünüyordu.
Akşam yemeğinde misafirlere yemek verildi. Yemekten sonra Müftülüğün görevlendirdiği hocalar dualar okudular. Ayrıca belirli zamanlarda dua okudular.
Geç saatlere kadar oturuldu.
***
Sabah erkenden evin önü dolup taşmaya başladı. Gelenlerin çoğunun elinde bayrak vardı. Saatler ilerledikçe kalabalık artmaya başladı.
Saat 10’a doğru bir hareketlenme oldu. Cenazenin geldiği haberi duyuldu. Cenaze evin önüne geldi. Evdekiler aşağı indi.
Doktor Hanım ve hemşire son olarak Nesrin Hanım’ın kontrollerini yaptılar. Doktor bir sakinleştirici iğne daha vurdu.
Cenazenin gelmesiyle kalabalık arasında dalgalanmalar olmuştu. Nesrin Hanım kapıda göründü. Kızı ve damadı arkasındaydı.
Kaymakam, komutan ve belediye başkanı cenazenin başındaydılar.
Nesrin Hanım ağır adımlarla tabuta yaklaştı. Bayrağa sarılı tabuta sarıldı. Günlerden beri içini kemiren bilinmezliğe karşı susuyordu. Dün aldığı haberden beri de kendini kaybetmemeye çalışmaktadır.
Şimdi hasretini gidermektedir. Gözlerinden tek bir yaş düşmemişti. Bir süre öyle kaldı. Ardından kızı geldi. Kızı kendisi gibi sessiz ağlamadı. Damadı da öyle idi. Torunu Müge ise annesinin ağıdına ağlıyordu. Tabuta sarıldılar.
Komutan ve Doktor Nesrin Hanım’ı tutarak korteje aldılar. Müge, dayısının resmini taşıyacaktı. Murat’ın çerçeveli bir resmini ona verdiler. En öne getirdiler.
Askerler Murat’ın tabutunu aldılar, tören adımlarıyla yürümeye başladılar. Önde Müge vardı. Tabutun ardından da yavaş adımlarla büyük bir kalabalık geliyordu. Sıra halinde yürüyorlardı. Her sırada yirmiden fazla insan vardı. En önde Kaymakam, yanında Nesrin Hanım, yanında komutan, belediye başkanı vardı. Diğer yanda kızı ve damadı vardı.
Kalabalık, Jandarma Komutanlığı bahçesine geldi. Burada resmî tören yapılacaktı. Protokol yerini aldı. Herkes kendine bir yer bulmaya çalıştı. Müge, dayısının resmiyle en önde duruyordu. Tabutun hemen yanı başındaydı. Nesrin Hanım, Kaymakam ve Jandarma Komutanının arasında idi.
Hazırlıklar tamamlandı. Kalabalığın toplandığı anlaşılınca genç bir subay kürsüye geldi. Selam verdi. Gür ve dokunaklı sesiyle konuşmasına başladı. Murat’ın öz geçmişini okudu. Terör olayları üzerine sert sözler söyledi.
Kaymakam ve Komutan da birer konuşma yaptı. Konuşmaların heyecanlı yerlerinde kalabalık arasından terörü lanetleyen sözlerle karşılık verdiler.
Kaymakam, Nesrin Hanım’ın kulağına bir şeyler söyledi. O da başını salladı. Bir mikrofon getirdiler. Nesrin Hanım olduğu yerden düşüncelerini açıkladı. Oğlu Murat’ı yüce Tanrı’nın huzuruna uğurlamanın gururuyla sakin ve tok bir sesle konuştu:
-Ben Murat’ımın annesiyim. Yüzlerce şehidimizin annesi gibi ben de oğlumdan ayrı kaldım. O şimdi Tanrı’mın huzurunda. En yüce rütbededir. Ben oğlumu, diğer anneler gibi davul-zurna ile askere uğurladım. Benim oğlumun adı Murat’tır. Biz Murat deriz. Ama o diğerleri gibi Mustafa Kemal’in askeridir. Onun adı Mehmetçiktir. Bu vatana Mehmetçikler feda olsun.
Törenden sonra askerler tabutu omuzladılar. Bahçe dışında az bir bekleme oldu. Müge en öne geçti. Onun arkasına askerlerin omzundaki tabut. Arkasında da büyük bir kalabalık... Caddeyi dolduracak şekilde ve sıra halinde yol almaya başladılar. Ana caddeden geçerken halk ilgisiz kalmadı. Balkonlara bayraklar asıldı. Kadınlar ve çocuklar balkonlara çıktılar. Ağlayan gözlerle izlediler. Erkekler dükkânları kapattılar, evlerden çıktılar cenazeye katıldılar. Kalabalık, büyüdükçe büyüdü. Binlerce kalabalık, on binleri geçti.
Birkaç yerde dua için duruldu. Gür sesli biri kalabalığı olduğu yerde durduracak şekilde seslenir:
-Allahu ekber!
Kalabalık sesi duyunca durur. Herkes topluca bu sese katılır:
-Allahu ekber!
Ardından eller açıldı. Dualar edildi.
Ulu Cami önüne gelindiğinde öğle ezanı okunuyordu. Cenaze Musalla taşına konuldu.
Namazdan sonra binlerce insan cenaze namazını kılmak için saf aldı. Cami avlusu yetmedi. Caddeye taştı.
İmam, “er kişi niyetine” diyerek cenaze namazını kıldırdı.
Kalabalık ana caddeyi takip ederek şehitliğe doğru ilerledi. İlerledikçe katılanlar oldu. Yukardan bakıldığında bayrak denizi gibi görünüyordu. Hemen herkesin elinde bayrak vardı.
Yol boyunca slogan atıldı, tekbir getirildi:
-Kahrolsun katiller!
-Kahrolsun PKK!
-Murat bizim evladımız
Murat bizim adımız.
-Akan kanı durdurun
Anaların gözyaşlarını dindirin
-Allahu ekber, Allahu ekber,
La ilahe illallahu vallahu ekber,
Allahu ekber ve lillahil hamd.
***
Murat’ın cenazesi bayrak denizi arasında Türk bayrağına sarılı olarak ebedi yolculuğuna gidiyordu.
Ulu Cami ile şehitlik arasındaki yol “iğne atsanız yere düşmeyecek” kadar kalabalıklaştı. Şehir, şehir olalı bu kadar kalabalığı bir arada görmemişti.
İnsanlar koşa koşa cenazeye katılıyordu. Murat’ın son yolculuğunda onunla yürüyorlardı. Duasına katılmak için geliyorlardı.
Cadde boyunca insanlar yolun iki tarafında sıralanmıştı. Kadınlı erkekli Murat’ı uğurluyorlardı.
Evlerin, işyerlerinin pencerelerinden, balkonlarından binlerce kişi bakıyordu. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Hiç kimse ağlamaktan utanmıyordu. Gizlemeden, saklamadan ellerinin tersiyle veya mendilleriyle gözlerini siliyorlardı.
***
Cenaze şehitliğe geldi. Kalabalığın arka ucu daha bir kilometrelik mesafedeydi. Murat’ın bayrağa sarılı tabutu tekbirlerle şehitliğe girdi. Toprağa konurken askerler saygı atışında bulundular. Toprakla kapatılırken hocalar Kuran okumaya başladılar.
Dua okunduktan sonra insanlar hüzünlü bir şekilde şehitlikten ayrıldılar. Herkes hınç içindeydi. PKK’ye lanet yağdırıyordu. Kendi aralarında yorumlar yapıyorlardı.
***
Nesrin Hanım’ın evi hiç boş kalmadı. Günlerce doldu doldu boşaldı. Nesrin Hanım hiç yalnız kalmadı. Kendisi ile baş başa kalmadı. Kendini dinleyemedi. Kendisini teselli etmek isteyenleri sükûnet içinde dinledi. Her şeyin bir sebebi vardır, olan ve olacaklar Tanrı’dandır diyordu.
Günler hızla geçti.
Nesrin Hanım tek noktaya bakarak düşünüyordu. Bu alışkanlık olmuştu. Belki de düşünmüyordur. Sessizdi. Dalıp gidiyordu. Kapı zili çaldı. Zil sesiyle kendine geldi. Kalktı. Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Eski hareketliliği kalmamıştı. Durgundu. Kapıyı açtı. Kızı Elif gelmişti:
-Hoş geldin kızım.
-Hoş bulduk anne. Nasılsın?
-Sağ ol kızım, iyiyim.
Elif’in arkasından Müge içeri girdi:
-Anneanne! Ben geldim!
Her zaman neşeyle karşılardı. Onu kucaklar, şakalaşırlardı. Nesrin Hanım uzun zamandır torununu neşeyle karşılayamıyordu. Bu sefer de böyle yapmadı. Dizlerini büktü, üzerine oturdu:
-Hoş geldin minik kuşum! Mügem benim…
Diyerek ellerini açtı. Müge’nin elleri arkasındaydı. Nesrin Hanım Müge’yi kucakladı. Kucaklayınca arkada duran ellerinde bir şeyler olduğunu anladı.
-Gene neler yapıyorsun?
-Sana bir sürprizim var anneanneciğim!
-Neymiş o sürprizin Minik Kuşum Mügeciğim…
Müge arkasında sakladığı sürprizi gösterdi. Kafes içinde küçük bir kuş vardı. Masmavi idi. Nesrin Hanım’ın yüzünde bir gülümseme belirdi. Günler sonra ilk defa gülümsüyordu. Kafesi eline aldı. Küçücük mavi kuşa bakmaya başladı:
-Ama ben kuştan korkarım. Ben bunu elime alamam ki. Hem ben buna nasıl bakarım? Ben anlamam ki!
Elif:
-Ben dedim ama dinletemedim anneciğim.
Müge:
-Bakmana ben yardım ederim. Ben bakarım. Eline de almayacaksın ki anneanne!
-Ya ne yapacağım?
-Kuş kafeste kalacak. Dışarı çıkarırsan kaçar. Hem bu daha yavru, anneanne, korkma!
-Korkmam da, elime almaya çekinirim. Hiç denemedim. Çekinirim.
-Alışırsın anneanneciğim! Nasılsa o kafeste olacak. O büyürken, sen de ona alışırsın. Arkadaş olursunuz.
-Arkadaş!
-Evet arkadaş olursun. Sen bana “Minik Kuşum” demiyor musun?
-Evet, diyorum.
-Al sana minik kuş. Buna da minik kuş dersin.
-Sana dediğim gibi mi?
-Evet, bana dediğin gibi.
Nesrin Hanım kafesi eline aldı. Kuşa daha yakından ve dikkatle bakmaya başladı. Müge:
-Şimdi ona bir yer bulalım.
Hemen oturma odasına girer. Şöyle bir bakınır:
-Anneanne, şurası nasıl?
Nesrin Hanım içeri girer ve Müge’nin gösterdiği yere bakar. Nesrin Hanım’ın her zaman oturduğu yerin karşısıdır burası. Televizyonun da yanındadır.
-Şu sehpanın üzerine koyarız. Her zaman o sana, sen de ona bakarsın.
-Olur Minik Kuş’um, olur yavrum. Madem sen öyle istiyorsun, öyle olsun.
-Anneanne, bundan sonra “Minik Kuş” iki tane. Bana dediğin gibi bu kuşa da diyeceksin. Bak masmavi bir kuş. İstersen adı “Maviş” olsun.
-Olsun.
Müge, eliyle, yüz mimikleriyle değişik hareketler yaparak kuşu sevmeye, onunla konuşmaya başladı.
-Maviş, Maviş… Yerini beğendin mi? Bundan sonra burada kalacaksın. Anneannem sana bakacak. Ben de beraber bakacağım. Anneannemin sözünü dinleyeceksin. Onu asla üzmeyeceksin. Onu korkutmayacaksın. O, kuşlardan, kedilerden korkmaz ama çekinir. Hiç eline almamış. Ama göreceksin sana çabuk alışacak.
Maviş başını hafif sola eğerek Müge’yi dinliyordu. Sanki onun söylediklerini anlıyordu. Bazen de başını sağa eğerek bakıyordu. Müge konuştukça başını öne doğru sallıyordu. Nesrin Hanım da onları ilgiyle izliyordu.
Kızı Elif de onları izliyordu:
-Ne dersin anneciğim? Alışabilecek misin?
-Bilemiyorum kızım. Baksana, Müge benim yerime her şeyi düşünmüş.
-Evet, günlerdir bunu düşündü. Sonunda sana bir kuş almaya karar verdi. Kuş sana eğlence olur anneciğim.
***
Nesrin Hanım namazını kılıp duasını yaptı. Sessizce onu seyreden Maviş, duanın bitimiyle ötmeye başladı. Nesrin Hanım dönüp Maviş’e baktı.
-Ne diyorsun Maviş?
Maviş tekrar ötmeye başladı. Sanki Nesrin Hanım’ın kendisiyle konuşmasını istiyordu. Nesrin Hanım bunu anladı. İçine doğdu.
-Sen benimle konuşmak istiyorsun değil mi?
Sürekli başını sallayan kuş, yine başını sallayarak ötmeye başladı.
-Maviş, nasılsın? Sen benim Maviş’im oldun. Senin adın Maviş, benim adım Nesrin. Burada ikimiz birlikte yaşıyoruz. Benim de eskiden bir Mavişim vardı. Ama o mavi mavi değildi. O esmerdi. Onun adı Maviş değil, Murat’tı. Kutsal bir görev yapıyordu. O askerdi. Asker Murat.
Nesrin Hanım yerinden kalkarak masa üzerindeki Murat’ın resmini getirdi.
-Bak bu benim Murat’ım. Asker Murat’ım. Mustafa Kemal’in askeridir. Korkusuz, cesur, mert biridir.
Kuş, Nesrin Hanım’ı dinliyor gibi, başını sallıyor, arada ötüyor, ona katılıyordu.
Nesrin Hanım ilk defa uzun bir konuşma yapmıştı. Suskunluğunu bozmuştu. İlk defa oğlu hakkında konuşuyordu.
Aslında konuşmak susmaktan iyidir. İnsan konuştukça açılır. İç sıkıntısı dağılır. Kendini daha iyi hisseder.
Müge kuşu getirmekle iyi etmişti. Nesrin Hanım açısından çok faydalı olacaktı. Birkaç gün sonra ona alışmış, konuşmaya başlamıştı. Hiç kimseye söyleyemediklerini kuşa anlatıyordu. Kuştan çekiniyordu. Şimdiye kadar hiç eline almamıştı. Ellememişti de… Çekingenliği bundandı. Yoksa korku değildi.
Önceleri bir kuş görse, dönüp bakmazdı. Ama şimdi ona alışmaya başladı. Ondan çekinmeyeceğini hissediyordu. Fakat yine de elini süremiyordu. Hâlâ tereddüt ediyordu.
Günler böyle geçiyordu. Müge ve annesi her zamanki gibi Nesrin Hanım’ı ziyaret ediyorlardı. Elif annesine yardım ediyor, onunla konuşarak dertleşiyordu. Müge ise her zamanki gibi anneannesinin neşesi olmaya devam ediyordu. Nesrin Hanım eskisi gibi neşelenmese de, Müge’ye karşılık vermese de o tatlı dilli, sevimli mimikleriyle konuşmasını sürdürüyordu.
Yine bir geldiklerinde Müge hemen kuşun yanına koştu.
-Maviiiii, Mavişşşş! Nasılsın güzelimmm! Bak ben geldim. Müge geldi. Seni sevmeye geldi.
Müge hemen Maviş’in suyunu değişti. Yemlerini tazeledi. Eliyle okşadı, ona tatlı sözler söyledi.
Annesi:
-Baksana, Maviş’i çok seviyor. Buraya gelince neşesi artıyor.
-Sevsin kızım, sevsin.
-Sen neler yaptın? Kuşa alıştın değil mi?
-Alışmaya çalışıyorum. Biliyorsun ben kuşu, kediyi ellemedim. Çekiniyorum.
-Alışırsın anne!
-Bilemiyorum kızım. Nasıl olacak, ne zaman olacak? Olacak mı olmayacak mı? Onu da bilmiyorum.
-Ben inanıyorum. Sen ona alışacaksın. Hem baksana senin başyardımcın Müge olduktan sonra sen alışırsın.
-Kısmet kızım.
O esnada Müge balkon kapısını kapadı. Pencereleri kontrol etti. Maviş’in kafes kapısını açarak elini içeri soktu. Maviş’i yakaladı ve dışarı çıkardı.
Müge, Maviş’i ellerinin arasına almıştı.
-Anne, anneanne, bakın!
Elif ile Nesrin Hanım zaten onu izliyordu. Müge, avucunun içindeki Maviş’i severek, öperek anne ve anneannesinin yanına geldi.
-Anneanne, bak, Maviş ne kadar tatlı.
İki elinin arasındaki kuşu gösteriyordu. Parmaklarını az araladı.
-Haydi ellesene!
Maviş’i anneannesine uzattı. Nesrin Hanım biraz tereddüt etti. Oturduğu yerde geri çekilir gibi yaptı.
-Yapma kızım, anneannen ellemez.
-Sen karışma anne, elleyebilir. Ben küçücük çocuğum elliyorum. O kocaman kadın, tabii ki elleyebilir.
Nesrin Hanım, anne-kız arasına girdi:
-Durun çocuklar.
-Haydi anneanneciğim, okşasana. Eline almayacaksın. Sadece tüylerini okşayacaksın. Haydi yapabilirsin. Ne olursun anneanne. Kuşcağız seni hissetsin.
Nesrin Hanım, Müge’nin ısrarlarına daha fazla dayanamadı. Elini istemeyerek uzattı. Maviş’in sırtını elledi. Ellerken beraber elini kaldırdı. Sonra yeniden denedi. Sırtını sıvazlamaya başladı.
-Tamam anneanne, oluyor. Bak elledin, bir şey olmadı.
Müge, avucunu açtı. Maviş hemen uçtu. Nesrin Hanım:
-A! Uçtu.
Elif:
-Kızım neden bıraktın?
-O da canlı. Harekete ihtiyacı var. Biz nasıl yürüyorsak, o da uçacak. Bırakalım kendince uçsun.
Maviş, hemen havalandı. Tavan hizasında bir, iki tur attı. Dolaştı. Televizyonun üzerine kondu. Sonra bir daha uçtu. Odayı yeniden dolaştı. Kafesinin üzerine kondu. Yeniden havalanarak Müge’nin omzuna kondu.
Nesrin Hanım:
-A! Müge, omzuna kondu.
-Senin de omzuna konabilir anneanne. Hazırlıklı ol.
-Ayy! Şaka yapma.
Elif:
-Şaka değil anne. Konabilir. Hem ellerine almayacaksın. Elbisenin üzerinde duracak.
Sanki öğretlenmiş gibi Maviş havalanarak Nesrin Hanım’ın omuzlarına kondu. Nesrin Hanım bir an şaşaladı. Ne yapacağını bilemedi.
-Ay! Kondu. Alın şunu.
Müge:
-Bir dakika anneanne! Bir bak, ne oldu? Ayağı mı battı. Isırdı mı? Ne oldu.
-Bir şey olmadı Müge! Olmadı da ben huzursuz oldum.
Elif:
-Olma anne. Unut onu. Haberin yokmuş gibi davran.
-Sen bir de bana sor.
Maviş, Nesrin Hanım’ın omzunda ötmeye başladı. Saçlarını didiklemeye başladı. Eğilip yüzüne bakıyordu. Sağ omzundan sol omzuna geçti. Havalandı, başına kondu.
Müge:
-Gördün mü anneanne, seni pek sevdi.
-Hı, belli.
Elif, Maviş’e sessizce yaklaştı ve yakaladı. Avuçlarının arasındaki kuşu sevdi.
-Anne baksana, hiçbir zararı yok zavallının. Mini minicik… İstersen avuçlarını aç. Bir dene.
Nesrin Hanım ister istemez ellerini açtı. Kızı Elif Maviş’i yavaşça annesinin elleri arasına koydu. Nesrin Hanım, Maviş’in ayakuçları ellerine değerken beraber iki elini açarak kaçırdı. Maviş bir anda havalandı ve havada bir tur atarak kafesin üzerine kondu.
Müge:
-Ne oldu anneanne?
Elif:
-Neden tutmadın anne?
Nesrin Hanım:
-Beni sıkıştırmayın. Hemen olmayacağını siz de biliyorsunuz.
Müge:
-Tamam, alışacağına inanıyorum, sen bunu yaparsın anneanne.
Elif:
-Evet anne. Sen bunu yapabilirsin.
Müge kafese gidip Maviş’i severek çağırdı. Elini uzattı. Müge, Maviş’i o kadar tatlı çağırıyordu ki, imrenmemek elde değildi. Bu tatlı sözlere Maviş de dayanamadı. Müge’nin uzattığı eline kondu. Müge de alarak anneannesine getirdi.
Nesrin Hanım yeniden avuçlarını açtı. Müge, kendi ellerini anneannesinin elleri içine koydu. Kuşu önce bırakmadı. İki elinin alt kısmını hafif şekilde açtı. Maviş, açılan yerden can havliyle çırpınarak kendini aşağı bıraktı. Maviş’in vücudu Müge’nin avucundayken, ayakları Nesrin Hanım’ın avuçlarına değiyordu. Elif de durumu izliyordu. O da ellerini annesinin ve kızının ellerinin saracak şekilde tuttu.
-Anne, neler hissediyorsun?
-Çekindiğimi biliyorsun.
-Şimdi nasıl?
-Gıdıklanıyorum. Ayakları elime batıyor.
Müge:
-Alıştın demek anneanne.
Müge ellerini yavaş yavaş araladı. Maviş’i anneannesinin avucu içine bıraktı. Nesrin Hanım da Maviş’i iki eli arasında tutmaya devam etti. Bu bir mucize gibiydi. Nesrin Hanım’ın bu kadar uzun süre bir kuşu avucunda tuttuğu görülmemişti.
-Alın artık şunu. Bu kadar yetmez mi?
Elif:
-Tamam anne, bu kadar yeter.
Nesrin Hanım yavaş yavaş avuçlarını açmaya başladı. Avuç işlerinde sıkılan Maviş, bir kanat çırpışıyla havalandı. Tavan çevresini turlayarak uçtu. Kanepenin arkalığına kondu. Öterek etrafını seyretti.
-Maviş, Maviş, gel canım. Gel!
Maviş’i çağıran Müge, elini uzattı. Maviş onun uzattığı elinin üzerine kondu. Bu, anne ve kızı şaşırttı.
-Ne güzel.
Dediler.
Müge, Maviş’i öperek okşadı. Onu seven sözler söylüyordu. Onu okşaya okşaya kafesine götürdü. Kapağı örttüğü zaman büyük mutluluk duydu. Maviş de ona teşekkürlerini bildirircesine ötüyordu.
Anne kız Nesrin Hanım’a veda ederek evlerine gittiler.
Nesrin Hanım, kapıyı kapatınca doğruca Maviş’in yanına geldi. Sehpanın önüne çömeldi. Dirseklerini dizlerine dayayarak avuçlarıyla yüzünü avuçladı. Uzun uzun Maviş’i seyretti.
-Maviş!
Bu sesleniş biraz donuktu. İçtenlik katamamıştı. Bunu kendisi de fark etti. Bir daha denemeye çalıştı.
-Maviş!
Bu sefer biraz daha candan söylemişti.
***
Her zaman olduğu gibi erken kalkan Nesrin Hanım, işlerini bitirdikten sonra oturma odasına geldi. Maviş’in karşısına geçti. Yine uzun uzun onu izledi. Dün olanları düşündü. Ellerinin arasında tutmasına şaştı.
-Müge gibi sevmek gerek, diye düşündü. Bu yavrucak da kimsesizdi. Benim gibi yalnız. Yalnızlığımızı birleştirelim. Birbirimize arkadaş olalım.
Nesrin Hanım’ın bu düşünceleri, yeni bir duygu idi. Nesrin Hanım için yeni günler başlıyordu.
-Mavişşş!
Bu her zamankinden daha içten söylendi.
-Maviş, canım!
Nesrin Hanım, kafesin kapağını hafifçe açtı. Elini içeri soktu. Böylece kapıyı kapatmış oldu. Parmaklarını içerde dolaştırdı. Maviş’e doğru uzattı. Bir iki denemeden sonra Maviş’i elleyebildi. Biraz sonra avucuna aldı. Maviş ötüyor, avucuna gelmeye de itiraz etmiyordu.
Nesrin Hanım kendine şaşmıştı. Nasıl cesaret edebilmişti. Evet, işte kuşu ellemiş, avucuna almıştı. Demek olabiliyordu.
Pencerelere baktı, balkon kapısına baktı. Kapalıydılar. Maviş’i avucuna aldı. Fazla sıkmadan tutarak dışarı çıkardı. İki elinin arasındaki Maviş’e daha yakından baktı. Kalp atışlarını hissediyordu.
-Senin de bir kalbin var.
Avuçlarının üst kısmını daha açık bırakmıştı. Maviş buradan başını çıkarmıştı. Kaldırdı ve yüzüne yaklaştırdı. Göz göze bakıştılar. Maviş arada öterek bir şeyler diyordu.
-Ne diyorsun Maviş? Yerinden memnun değil misin? Fazla sıkmıyorum seni. Acıtmıyorum değil mi? Maviş’im! Arkadaşım!
Nesrin Hanım ellerini yavaşça araladı. Maviş hafifçe kanatlarını çırptı. Sonra havalandı. Havada bir tur attıktan sonra kafesin üzerine kondu. Hem uçuyor hem ötüyordu. Nesrin Hanım da onu takip ediyordu.
Az sonra kapı zili çaldı. Nesrin Hanım oda kapısını kapatarak kapıya baktı. Gelenler her zaman olduğu gibi kızı Elif ve torunu Müge idi. Nesrin Hanım güler yüzle karşıladı. Sarılarak hatır sordular:
-Hoş geldin kızım.
-Hoş buldum anne. Nasılsın?
-Sağol kızım iyiyim, sen nasılsın?
-Ben de iyiyim anne, teşekkür ederim.
Nesrin Hanım eğilerek kollarını açtı:
-Hoş geldin Minik kuşum! Müge’m benim…
Nesrin Hanım uzun zamandır kızını ve özellikle torununu böyle karşılamamıştı. Nesrin Hanım, eski neşesini, sevincini yaşıyordu.
Müge:
-Hoş bulduk anneanneciğim. Seni böyle neşeli görmek bizim için sevinç kaynağıdır.
-Ben her zaman böyleyim kızım.
-Evet şimdi böylesin ve ben çok mutluyum.
Hep birlikte odaya girerler. Nesrin Hanım oda kapısını dikkatlice açar.
-Gelin çocuklar, Maviş dışarıda, dikkatli olun.
Maviş kafesin üzerinde duruyordu. Gelenlere dikkatlice baktı. Sanki sevincini bildirir gibi ötmeye başladı. Havalanarak oda içinde uçmaya başladı. Müge’nin omzuna kondu. Müge Maviş’i eline alarak sevdi. Öptü, okşadı. Kuşu serbest bıraktı. Maviş havada birkaç tur döndü. Kafesinin üzerine kondu. Sonra Elif’in omzuna kondu. Burada fazla kalmadı. Tekrar Müge’nin başına kondu. Buradan da Nesrin Hanım’ın omzuna kondu. Saçlarıyla oynadı. Nesrin Hanım elini uzattı. Maviş, Nesrin Hanım’ın eline sıçradı. Nesrin Hanım gayet olağan bir davranışla kuşun konmasına izin verdi. Hiçbir tepki vermedi. Müge, gözlerini açtı, olanları seyretti:
-Harikasın anneanne!
Diye haykırdı.
Anne kız gülümsediler. Elif:
-Evet anne, gerçekten büyük değişim.
Hep birlikte oturdular. Maviş hâlâ Nesrin Hanım’ın elinde idi. Nesrin Hanım ağır ağır konuşmaya başladı. Kelimeleri seçercesine konuşuyordu:
-Yavrularım. Her şey Allah’ın takdiridir. Yüce Yaradan nasıl takdir buyurursa öyle olur. Bizim için böyle uygun gördü. Hayata küsmek olmaz. Yaşadığımız acı olayın etkisinden kurtulamadık. Etkilenmemek mümkün mü? Bebek katilleri, öğretmen katilleri şimdi oğlumun da katili oldular. Acısı hepimizin içinde. Derler ya, “ateş düştüğü yeri yakar”, çok doğru bir söz. İçimiz yanıyor. Ama hayata da küsmemek gerekiyor. Müge bana bir ışık gösterdi. Maviş’i getirdi. Ben kuşlardan çekinirken, elime alamazken, ben onu sevdim. Müge onu bana sevdirdi. Sevgi olmazsa hayat olmaz. Hayata bağlanamazsınız. İşte Maviş’le ben de hayata bağlandım.
Çocuklar hiçbir zaman unutmayınız: İnsan sevgiyle yaşar.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)